25 Ekim 2017 Çarşamba


HAGIA – HAGIOS – AGIOS – AYAZ

Bazen isimlerin anlamı kadar, isimlerin yaygınlığından, o isimleri taşıyanlardan sosyolojik tarihsel dönemleri çıkarmak mümkündür.
Örneğin, Vital, Vitali isimlerinin daha sonra “Can” olarak konulup, taşınması 1948 yılında İsrail Devleti’nin resmi olarak kurulmasından sonradır.

Kendi inananlarının inanç kimliklerini örterek, onlara bir tür koruma sağlayan mezhepler, dinler olduğu   gibi, isimlerin de dönem dönem örtülmesi, dönem dönem açığa çıkması sosyolojik dönemleri analiz etmemize yardımcı olur.
Vita yağlarını benim yaşımdaki herkes bilir.  Kocaman, 18 kg’lık tenekelerde satılan ve köylünün şaşkınlık yaşamaması ve kolay benimsemesi için “tereyağı” renginde ve tereyağı kıvamında üretilen Vita yağları 70’li yılların kısa süren Ecevit Hükümetlerinde stokçular yüzünden karaborsaya bile düşmüştü.

Latince “vita” kelimesinin Türkçe tam karşılığı “hayat” demektir.
Hayat ise “can” demektir. Zorlamaya gerek yok aslında, yine Latince “Vitali” kelimesi “dirilik”, “canlılık”, kolay bir ifade ile “canlı” demektir.

Dirilen veya canlanan resmi İsrail devleti mi ya da İbraniyet mi, konumuz asla bu değil.
Vakko’nun kurucusu Musevi vatandaşımız Vitali HAKKO’dan biliriz.

Jahn, Johannes, Johan isimleri ise ses benzerliğinin kolaylığını da alarak, kolaylıkla ve güzel bir örtü ile bizde bir dönem çok yaygın olan ve hatta isimlerin sonuna, hitapların sonuna gelen “Can” adına dönüşür.
En yaygın olanı “Ali Can” olsa da insanlar o dönemlerde neredeyse her isimin sonuna “Sev-Can, Özge-Can, Fatma-can, Ayşe-can, Mustafa-can, Apo-can” gibi yakıştırmalar yapıyor ve isimleri bu şekilde birlikte çağırıyordu.

Hatta, bilirsiniz, birisi sizi telefonla aradığında, birisi size seslendiğinde “efendim, buyur, ne var “demiyor, doğrudan “can” diye gelen sese yanıt veriyorduk.
“Can” kelimesi ve bir erkek adı olarak konması daha çok Alevi – Bektaşi inanç çevrelerinde yaygın iken, Musevi vatandaşlarımızın da isimlerini örtme çabası ile aynı ismi almaları, “Can” ismini almaları, o adı taşıyan Musevi vatandaşımızın da yüz yüze karşılaşılmadığı sürece bir Alevi-Bektaşi olduğunu düşündürebiliyor.

Doğrudan ve bir dönem verilmiş olan “Hayat” ismi ise artık çekici görünmemektedir.
***//***
Savaş dönemleri, devrimci durumlar ve ihtilal dönemleri, askeri darbe dönemleri, doğal felaketler, futbol müzik dünyası gibi popüler dünyanın ürünleri sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada kişi isimlerinin konmasında dönem dönem belirleyici olmuş, hatta insanlar var olan isimlerini bile değiştirmiş veya isimlerinin önüne kahramanlarının veya idollerinin isimlerini almıştır.

Savaş dönemlerinde yaygın olan isim “Savaş – Barış – Vural – Hıncal” gibi isimler konulurken, devrimci durumlarda başta ve en çok “Deniz” adı konulurken, devrimci önderlerin  isimleri, İslam  mücahitlerinin isimleri de çok sık olarak konmuştur.
Fidel Mustafa, Carlos Kemal, gibi kendi isimlerinin önlerine isim alanlar ve kimliklerini öyle benimseyenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar yaygındır.

***//***
İsimler, çoğu zaman, anlamlarını bilmesek de söylenişlerinde ağzımızdan çıkan ve komik olduğunu zannettiğimiz seslerin de kurbanı oluyor.

Bugün artık, okunuşları komik olduğu için kız çocuklarına “Şukufe veya Dürdane” adı vermiyor.
Oysa, Şükufe “gonca gül”, Dürdane ise “inci damlası” anlamına gelir.

Şaban, Recep gibi isimlerin yerli film ve dizilerle alay konusu haline geldiği konusunu ise başka bir yazımıza bırakalım.
***//***
İnançlar  üzerinden  giden ve toplumda o inancın şeyhi, piri,  peygamberi , azizi, imamı  gibi  önderlik, liderlik  konumuna  gelmeleri veya  o inanç kesimlerinin o kişileri  öyle bir  konumda  görmek  istemeleri, bu  dini  unvanların bazen  açık, bazen  kapalı, bazen de  örtülü  biçimde çocuklara  isim  olarak konması  ile  sürdürülüyor.

***//***
Bugünlerde ve son iki-üç yıldır erkek çocuklarına konulan en yaygın isimlerden birisinin “Ayaz” olduğu sanırım gözünüzden kaçmamıştır.

Hagia - Agia - Hagios Grek dilinde “aziz” anlamına gelirken, önüne gelen isimleri de  Aziz  Paul, Aziz Thomas gibi niteler.
Agias veya Hagias kelimesi ise Türkçede “ayaz” olarak okunur. “Soğuk” ile ilgisi yoktur.

Aileler kış soğuğu, kavurucu soğukta mı, yazda mı doğuruyorlar çocuklarını veya çok sıcaklarda yaşıyorlar, “ayaza ve soğuğa” çok mu hasretler ve bu nedenle mi çocuklarına “ayaz” adını veriyorlar?
Yoksa, Ayaz adı çocuklara o adı koyan ailelerin gözünde bir “aziz ve kutsal” kişi olan ama henüz kendi “azizliğini, kutsallığını” ilan etmemiş, şimdilik “hagia” olan kişileri her fırsatta ve her an anmak için mi konuyor acaba?

Bu adın söylenişindeki şiirsellik veya anlamında aranmaya çalışılan romantizm tek başına bu adın verilmesi ve bütün aileler için geçerli bir neden midir?
***//***
Ayaz-ma, Hagias-ma veya Aya-sofya, Hagia-sofia veya Ayaz-ini, Hagias-in, kelimelerinin birer yer adı olarak irdelenmesi ise başka bir yazının konusu olsun.

İsminiz ne olursa olsun, anlamı ne olursa olsun, onu kendinizce anlamlar yükleyerek ve mutlulukla taşıyın.

Muhabbetle,

Recep Babayiğit,
İstanbul, 25.10.2017

19 Ekim 2017 Perşembe

HALKİ – HELKE


HALKİ – HELKE

Eskiden evlerde şebeke suyu akmazdı, mahalle çeşmeleri vardı. Herkes içme suyunu, kullanma suyunu, çoluk çocuktan gizli banyo – gusül abdest suyunu bu mahalle çeşmelerinden alırdı.

Çeşme başlarında çok bekledim oğlan çocuğu olarak.

***//***

Yazları Çorum Kerbela gibi  olurdu. İçmeye bir damla su bulamazdık. Sanki biz büyükmüşüz gibi, elimize kovaları alır, Çorum’ un sokaklarını arşınlar, hangi sokak çeşmesi açıksa, oradan kovaları doldurur, el ele tutuşur, bütün sokağı boyan boya kapatarak, yurda, susuz kalan kardeşlerimize kovayla su taşırdık.

***//***

Çeşme başlarına gelinler, gelinlik kızlar bir de oğlan anneleri  gelirdi.

***//***

Ünlü bir Çorum Halayı vardır, adı İğdeli Gelin, arada sözlü olan kısmında

Kız pınar başında testi doldurur
Testinin kulpuna şahin kondurur
Kız senin bakışın beni öldürür
Derdimin dermanı iğdeli gelin
İğdesin aldırmış sevdalı gelin

söylenir.

***//***

Çeşmelerden  başka, gürül gürül akan pınarlar da olurdu, içmeye  su  o pınarlardan doldurulurdu.

Su doldurmaya herkes  ellerinde  bakır kovalarla  giderdi.

Arada sıra  su kavgası  çıktığında, kadınlar, kızlar, o koca ve ağır  bakır  kovaları  hiç tereddütsüz  birbirlerinin kafalarına çalardı.

***//***

Bakır  kova aslında  uygun olmayan bir  sözcüktür,  “ helke ya da kimi yerlerde 
“helki “ denir.

***//***

Kızlar gelin olurken, çeyizde olmazsa olmaz şeylerden birisi, “ bir çift bakır  helke – helki “ olurdu.

Bu hem su taşımak, hem  de geline, daralıp satarsa bir  sermaye, Türkçe tam karşılığı “kalın" olurdu. 

Şimdilerde, sembolik de olsa, bir çift  bakır helke çeyizlerde  yine yerini alıyor.

Ama, ne sokak çeşmesi kaldı  memlekette ne de helke ile su taşıyan.

Ne de 

Helkeler  kolunda suya gidiyor
Senin derdin beni verem ediyor

diye türkü çığıran.

***//***

Ama, “helkeye – helkiye” isim olan “halki”, yani Heybeli hala yerinde.
Rumlar Heybeli’ye Halki derler, tam karşılığı “bakır” demektir.
Anadolu  Rumlarından geçmiş dilimize.
Bazı yerlerde helke yerine, bakır da denir, “kızım git, bakırları al, çeşmeden buz gibi bir su doldur, getir” denirdi.

Mustafali  - Mustafa Ali , veya  diğer  adı ile  “Çöz de al” diye  Özay  GÖNLÜM’ün dilimize  doladığı  güzel  Denizli  türküsünde helke kelimesi  tam Türkçe  karşılığı  olan “bakır”  şeklinde  geçer.

(…)

Karabaş goyununu güde güde getirdim
Getirdim de kabadarcın altına yatırdım
A gız sağdı be bakırı getirdim
Mustafali çözde al

(…)

kabardıc : kaba ardıç
a gız : ak kız
mustafali : Mustafa Ali

***//***

Adalar, volkanik oluşumdur.
Büyükada’da demir, Heybeli’de bakır madenleri işletilmiştir yıllarca.

Helke’ ye – Halki’ye  gideceğiz.

Helke  türküleri de söylerim.
İğdeli Gelin’i de.

Muhabbetin daim olsun,

Recep babayiğit

12 Ekim 2017 Perşembe

İSİMLERİN ANLAMI-4 Mai-Mavi-Mavioğlu-Su



MAİ – MAVİ – MAVİOĞLU – SU



Resimde renk ve ahenk ne kadar önemlidir, sizin kadar bilemem ama, bazı ustalar kendilerine ait renklerle çalışır, belki de her rengin ayrı ustası vardır.

Bana gelen ilişik sunum muhtemelen sizlere de gelmiştir.



Mavi çalışan, maviden çalışan ressamların eserlerinden bir derleme yapılmış.

Güzel  bir derleme, diyeceğim yok.



Ama, aşağıda sadece birkaç örnek tablosunu aldığım ve bana göre dünya resminin deli / dahi çocuğu Fikret Mualla bu tabloda büyük eksiklik.



Sadece aşağıdaki birkaç tablo bile “su gibi”.




Bilirsiniz, mavi Arapça, bulmacalarda hep sorulan “ma”dan yani “su”dan gelmektedir.



“Ma”dan, sıfat yapılarak mai, mavi, yani su gibi, su renginde anlamı kazanır.



O sunumda “su gibi” olan bence sadece Fikret Mualla.



Hayatını ve deli dolu mektuplarını okudunuz mu bilmiyorum, ama daha kendisine “Mualla" adı verildiği günden itibaren sıra dışı birisi ve bize, Cumhuriyet nesillerine hiç ama hiç anlatılmamış. Hala çok bilmiş aydınımız onu bir kadın zanneder hayatını hiç okumadan, bilmeden.



Maalesef, ressam, aynı anlama gelmek üzere, sanatçı çevresindeki kısır çekişmeler, onun adının silinmesini hızlandırdı.


Sizin de tanıdığınızı düşündüğüm Orhan Koloğlu’nun ölümsüz eseri “Bir Garip Kişi Fikret Mualla”, bence bütün akademinin, bütün atölyelerin baş ucu kitabı olmalı.



Eskiler su gibi, akıcı olan şeylere “mai” derdi. Hatta, eski okul kitaplarından bile hatırlarım, sıvı kelimesi yerine mai geçtiği yerler olurdu.


Şimdi artık sıvı, deniyor, ama “mai”, dendiğinde bir ahenk ortaya çıkıyor, kelimenin kendine ait bir resmi olduğu anlaşılıyor.



Sıvı ve mai yerine Türkçe ses uyumuna göre düzenlenen “mavi” kelimeleri çok resimsiz gibi görünüyorlar.



Ama, bunların hepsinin yerine “su ya da su gibi”, derseniz, o zaman hem şiirsellik hem romantizm, hem coşku hem de resim ortaya çıkıyor.



Bubi tuzağına basarak, daha yirmili yaşlarında hayatını kaybeden benim güzel arkadaşım Ömer MAVİ’nin soyadının neden mavi olduğunu bilemezdim, Fikret MUALLA’nın “mavisine” vurulana kadar.


Bizimle Celil Boğazı’ na yıldızların altında meteor yağmurlarını izlemeye gelen sevgili dostumuz Ertuğrul MAVİOĞLU’nun da soyadında saklı olan aslında su kelimesidir, mai, “su gibi” kelimesidir.



Büyük usta Ruhi SU, soy adındaki gibi aktı geçti bu dünyadan, “mai” deryalara.





Hayatınız, “su gibi” olsun.

Fikret Mualla öyle yaşadı.  

Muhabbetle,


11 Ekim 2017 Çarşamba

İSİMLERİN ANLAMI-3


AY – AYNA – MİRAT – MIRROR

Eskiler sözün sonunda hep şunu derdi:

Emr-i bil maruf

Yehn-i anil münkir

(iyiliği emreyleyen / kötülüğü  yasaklayan)

Yaratan, Yüce Gök, Kutsal Işık, bizi, insanları böyle  eylesin anlamındadır.

Şair de bir başka söyler,

(…)
Kim bilir kimden umarız emr-i bil maruf
Kim bilir kimden umarız yehn-i anil münkir
Bize yalnız oğulları  asılmış bir kadının memeleri  itimat telkin eder.
(…)

(İsmet Özel)

***//***

Can, insandı, insana  Can diyoruz.

Canan ise, “can içinde Can”dır bu yolda. Bir  sohbetimizde  söz  etmiştik.

Kalecikli Mir’ati Baba  vardır bir  de, 19. yüz yıl  sonlarında yaşamış bir  ulu ozan,  Can-an  onun nefesinde  başka bir  anlam kazanır.

Zincir kar eylemez bizlere  sofi
Bin can ile bir canana  bağlıyız
Okuduk anladık emr-i marufu
Hükmü bakii adil hana bağlıyız

Yârimizi  seçtik, ağyarımızdan
Kimse vakıf olmaz  esrarımızdan
Dönmeyiz Mir’ati ikrarımızdan
Hacı Bektaş, pir  sultana bağlıyız

                             Mir’ati

(Emr-i maruf : iyiliği yayma
Ağyar : yabancı, el
Mirat : ayna)

Hep sırlar gizlidir, kim vakıf olabilir bu esrara, mirat neyi yansıtır, ışığı mı, aşk-ı sırrı mı, miratı tutunca yüzüne kaç kişi  görebilir  kendi ağyarını, ağyar kim, emr-i maruf varsa, yehn-i münkir  de  vardır.

Yehn-i münkir: kötülüğü yasaklama

***//***
Ayna, kelimesinin de “ay” ile ilgisi  var.

Eski  çağ, Hitit – Frig    figürlerinde, buluntularda  bronzdan yapılma aynalar göze çarpar. O aynalar  “ ayın  “  somutlaşmış halidir aslında.

Bir de eski çağ kültürlerinden Hitit – Sümer, oradan Roma ve tek tanrılı dinlere, islamiyete, oradan Alevi – Bektaşi inancına geçen “ay ve gün “kültü, tapınımı vardır.

Ay Ali’dir, gün Muhammed.

Tevhid, birleştirme, bir etme demektir. Ali ile Muhammed , gün ve ayın birleşmesi  anlatılır, sembolize edilir.

Alevi tevhidleri  çok etkileyicidir ve Sabahat  AKKİRAZ  çok içten ve duygulu  söyler.

Buradaki “ ay ve gün “ sembolü Sümer’den gelir.

Roma düne kadar bayrağında  ay ve yıldız taşıyordu.

Osmanlı ve sonra Türkiye Cumhuriyet’ i ay ve günü Doğu Roma’ dan alıp bayraklaştırdı.

Gün aslında burada “ yıldızdır”, ay ise “güneş”, ışığı veren.

***//***

Aynaya, “aya” bakacak gücümüz var mı?

Aynaya bakınca kendimizi mi görürüz?  Korkmadan bakabilen ne görür ay-nada?

Bir de “tuttum aynayı yüzüme, Ali göründü gözüme”, diye özetlenen  bir  Alevi felsefesi vardır.

Burada, görünen Ali değildir elbette, aynayı yüzüne tutabilmektir mesele.

Anadolu  köylüsü  ta Sümer’ den bu yana bu sorunun  yanıtını  arar, tarım ve ormancılık  işin en kolay çözülmüş sorunudur.

***//*** 

Osmanlı 16.  Yüz yıla kadar aslında Anadolu’ nun yerli halkı olan, günümüze kadar  pagan inanç unsurlarını taşıyan şimdi Alevi dediğimiz ,“ Alevilere”,“Işık  Taifesi”, diyor,  aynı anlama  gelmek  üzere, alevi  birisine  “ışık”, diyor.    

***//***

Bir de insanların çocuklarına neden “ışık” adını verdiğini hep merak ederdim, anlıyorum.

***//***

Bir de fırtınalı yıllardan, bizim devrimci  gençlerimizden  Ömer  AYNA  vardı,  bir insanın soyadının neden  ayna  olduğunu  merak ederdim.

Mirati  Baba’yı   okuyunca,  soru  sormanın  ne kadar  anlamsız  olduğunu  anladım.

Mirat, ayna demek.

Ayna ay  demek.

Ay ışık demek.

Alevi  yoluna  kadar  gelen ta  Hititlerden  bu yana  ana tanrıçaların  “ Arinna, 

Kubaba, Kibele,  Artemis, Diana “ elinde  tuttuğu  “ayna”  figürlü  heykelcikleri  çok ünlüdür.

Elde tutulan aslında “ay, aslında ışıktır”.

Mirror bunca sözü yansıtabilir mi acaba?  

Madem ki “ay-na” dedik, son sözü Aziz Nesin söylesin bir şiirinde.

AYNANDA KALACAKSIN

Boşuna uğraşıyoruz gizlemek için
Bir zaman gizlesek de
Gün gelir gizlenemez
Açık gözlerime bakarlar o gün


Muhabbetle,
Aşk illa ki,

Recep Babayiğit

9 Ekim 2017 Pazartesi

İSİMLERİN ANLAMI-2

"SAYIL"

Sabahlar Hayrola,

Hayırlar Fehtola

Belalar Defola,

Cümle Canlara dirlik düzenlik ola,

Hasan Can’ımıza “sayıl” gelmiş, “soyadı ondandır, yorulmadan taşır sırtında” dediler.

Ta ilk çağlardan, ta antik çağlardan beri, insanın çok zor görevleri vardır.

Bunlardan birisi de, bana kalırsa en önemlisi,  kendine verilen ya da kendisinin aldığı “soyadını” taşımasıdır.

Tanrılar tanrısı Zeus hem kendisi gibi ölümsüzlere, hem yarı ölümlülere, hem de ölümlülere yakışan adlar koyardı.

Bu ad ve soy ad koyma işi, yakın çağlarda, tek tanrılı dinlerde, Afrika – Asya kabilelerinde daha isabetli olarak  sürüp gitmiştir.

Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarındaki isim ve sıfatların insanlara, meleklere, peygamberlere veriliş mantığı ve nedeni hep antik çağın mitolojisine, hatta ta  Sümer mitolojisine benzer.

Hasan Can’ımızın efradına, atalarına “sayıl” soy adı nasıl verildi, kim verdi, bilinmez ama, vakıadır ki, ya o zamanlar, yani soy adı kanunu çıktığında, Can’ımızın köyüne, ya da yanına yöresine, gelen bir Veliullah’a “sayıl” diye seslendiler, “sayıl gelmiş” diye seslenip, hürmet gösterip, kelamını dinlediler ve o günün anısına, “sayılın” geldiği günün anısına Can’ımızın efradı kendine “sayıl” soy adı almış olsun.

Hem gelen “sayılı” anmak, unutmamak, hem de “sayılın “anlamına saygı ve hürmetten, olsa gerektir, bu güzel, saygın, bana göre çok uhrevi soy ad taşınır gelir.

Bayram geldiğinde doğan çocuğun adı nasıl “ bayram” , oluyorsa, ramazan geldiğinde “ramazan” , üç aylar dediğimiz ayların ilki receb ayı geldiğinde doğanlara “recep” diyorsak, bir vakanın, bir doğa olayının, bir zaman diliminin parçası oluyorsunuz yani, istemeden ya da çok önceden sizin genlerinize yazılmış ama bilmediğiniz şifreli kodlardan.

Muharrem ayındayız, evladı Kerbala’nın matem günleridir, Muharrem adı olanlara selam olsun.

Sonra doğan çocuk, bayram gibi, şen, ramazan gibi sakin, irecep gibi, ireceb, sayıl gibi derviş oluyor, isimler asıl anlamını taşıyanlara yakışıp öyle gidiyor, anlamı gittikçe ağırlaşıyor.

Eskiler, doğan ya da doğacak çocuğa şimdiki gibi internetten veya  “Açıklamalı Çocuk İsimleri Sözlüğü” gibi ne olduğu belirsiz, gazete kuponu ile dağıtılan kitaplara bakarak isim vermezlerdi.

Genetik kodları bilen de yoktu kuşkusuz, ama isimleri ve soy isimleri veren, hem de isabetli olarak veren ulular, veliler, bilgeler vardı, verdikleri isim ve soy isimlerde yanılmazlardı kolay kolay.

Eskiler, bu duruma, yani isminin ya da soy isminin hakkını verene, yükünü taşıyana, taşıdığı isim veya soy isme yakışana “ismi ile müsemma” derlerdi.  

Bir insanın ismi ile müsemma olacak şekilde isim taşıması kolay değildir, bunu ancak uzağı görebilen, geleceği görebilen, yıldızlarla konuşabilen bilgeler, veliler, ulular verirse, kolay olurdu.

***//***

Çok uzattık, “ sayıl”a  gelelim ve aslı “sail” olarak bilinir.

Benim de aklımın yettiği günlerden hatırlarım, köye sırtında torbası, elinde asası, uzun sakalı, başında takkesi beresi ile derviş kılıklı, derviş ruhlu insanlar geldiğinde “sayıl” geldi, derlerdi. Çocuklar köyün bir başından bir başına “sayıl geldiiii, sayıl geldiii” diye bağırırdı.

Benim çocukluğumdaki bu derviş kılıklı insanlar o eski gezginci dervişler gibi ne başlarında derviş sikkesi, ne de boyunlarında keşkül taşılardır.

O zatın başındaki, takke mi, yoksa derviş sikkesi miydi, bilecek yaşta değildim.

Gelen zatın, torbasından başka, omuzundan astığı, çorba ve su içtiği “keşkülü” var mıydı, ihtimaldir ki vardı, ben bunu da bilecek, ayrım yapacak yaşta değildim.

Gelenlere herkes saygı, hürmet gösterirdi. Asla sokakta bırakılmazdı onlar.

Köy konağına alınan Sayıl’ın, kelamı dinlenir, muhabbetine katılan eksik olmazdı.

Ta pirlerden gelen, adı bazen abdal / aptal olan, bazen, deşirici olan, bazen cerre çıkan medrese hocası olan bu veliullahtan sayıl(an) zatlara, kimse kötü gözle bakamaz, herkes sayılın kendi evine de uğramasını beklerdi.

Bir tas çorba içer, bir parça ekmek koyar torbasına, bir sonraki köye bilinmez bir menzile yola rahvan olurlardı.

Yanlarında “ hamrahları” , aynı yola gideni, (hem – rah), yoldaşları olmazdı. Bizim Emrah dediğimiz, aslında yoldaş, dediğimizdir.

Onların yolu ucu bilinmez menzil, yoldaşları yıldızlar olurdu.

Kim olduklarını ne kimse sorardı ne de onlar kim olduklarını, adlarını ya da soy adlarını söylerdi.

Onlar tek bir isimle “sayıl” diye,  anılırdı.

Gittiklerinde, kimse sayılın ne zaman geldiğini, ne zaman gittiğini, nereye gittiğini, hatırlamazdı.

Onlara, sayıl’ a hep bir “evliya, pir, hızır”  gözüyle bakılırdı.

Kılığı, kıyafeti  biz çocuklara yabancı gelen bu “veliullahtan”  zata  karşı kötü bir şey yapmayalım, arkalarından koşup oyun oynamayalım, kızdırmayalım, diye sıkı sıkı tembihlenirdik.

Gelen sayılın kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği gibi sorular onun “hızır” olduğuna yorulduğundan olacak, asla  sorulmazdı.

Sayılın gelişi, köye yıldırım hızıyla yayılırdı. Sayılı gören ilk çocuk avaz avaz “sayıl geldiiii, sayıl geldiiii” diye, bağırır, köye, köylüye, muhtara, belki de o an uygun durumda olmayanlara, eli hamurda ya da çamurda olanlara haber iletirlerdi.

Yani diyeceğim o ki, “sayıl-an”  zatlardı o gelenler, o nedenle sayıldıkları için adları “sayıl idi” sadece sayıl, Ali, Ahmet, ya da Hasan değildi.

Bizim Hasan Can’ımız soyadını taşırken de taşımazken de hep “sayılır” biz çocuklar bunu hep böyle bilir, böyle eda ederiz.

Bir bir sayılmak değildir burada, soyadında saklı olan, burada saklı olan aslı “sual” kökünden gelen “sail” yani “soru soran, sual eden”dir. 

Sualimiz neyse, ahvalimiz de odur. 

Muhabbetle kalınız, aşk illa ki.

Recep Babayiğit

09.10.2017

2 Ekim 2017 Pazartesi

EKİM AYI

Bir güzel  Orta  Anadolu  Türküsü  vardır, söyleyince  hepimizin dilene dolanan :

Mavilim

Bu  türküyü ben Çorum Türküsü  olarak bilirim, kimi  kaynaklar Çorum , demez ama  “Ankara  yöresi"  türküsü  olarak yazar.

Ama, bu güzel  türküyü  en güzel  bizim Hacı Emmi (  Hacı  TAŞAN )  havalandırdığı  için bu türkü de  çoğu zaman olduğu  gibi, o türküyü en  güzel söyleyene, havalandırana yazılır, yani bu türkü  HACI TAŞAN  adına yazılır ve Hacı Emmi’ den  dolayı  bu türkü  bir  Keskin Türküsü  olarak  geçer kimi  kaynaklarda.

Türkünün bir  dörtlüğü  şöyledir :

Mavilim herk ediyor
Hergini terk ediyor
Hergin başını yesin
Yârin elden  gidiyor

***//***

Bugün kullandığımız miladi takvimdeki  ay  isimlerinin bazıları Roma, bazıları Arami  kaynaklıdır.

Ama,  bir  Ekim ayı vardır , halk  takviminde de , miladi  takvimde de  Türkçe  kaynaklı  olduğu  açıkça  görülür.

Ekim ayına girdiğimiz  bu günlerde, yağışların biraz  daha devam etmesiyle,  toprak  iyice tavlanır ve tarlalar  sürülmeye  başlanır.

Tarlaların sürülmesinin karşılığı, Anadolu'da tarlaların   “herk" edilmesidir.

Ardından tarlaların ekilmesi  işine  geçilir.

Tarlalar  ekildikten sonra  yağan bereket  yağmuru  ile  tarlaya  düşen tohum hemen toprağı  tutar.

***//***

Herakles , Herküles her ne kadar  Helenik  bir  mitoloji  kahramanı  olsa da 10  görevinden  çoğunu  Küçük Asya'da, Anadolu'da  yerine getirir.

Karadeniz  Ereğli'ye, Cehennem  Ağzı  Mağaraları’ na giderseniz, Herküles’ in 10. ve son görevini görüp  yaşayabilirsiniz.

Tanrılar tanrısı Zeus ile  Perseus soyundan Alkmene’ nin çocuğu  olarak  dünyaya  gelir  Herküles.

Hera, Zeus‘un karısı, bu duruma  açıkça seyirci  kalabilir  ve  Herakles’i  kabullenebilir mi ?

Bütün dünya  masallarında ve dinler tarihinde   geçen “ terkedilmiş, ormana  bırakılmış bebek" motifi, burada da  çıkar  karşımıza.

Hera'nın hışmından korkan Alkmene  Herküles’ i Thebai ( Teb ) kenti dışındaki bir  tarlaya  bırakır.

Bu tarla o günden  bugüne “ Herküles – Herakles Tarlası''  olarak  bilinir.

***//***

Ekim ayında  Anadolu  köylüsü  “ herk eder"  ama Herk-üles bize  bir  tarla bağışlar  mitolojinin sırlarından.

Kim bilebilir  “herk"  kelimesinin Herküles’ e, aynı anlama  gelmek üzere  Herakles’ e kadar  dayandığını?

***//***

Tohum bir  kere  tarlaya  düşmeye  görsün ?
Düşünceler, yeni fikirler insan aklına bir kere düşmeye  görsün ?

Önüne geçilmez hızda gelişir  yeni ve güzel olan.

Üniversal, üniversiter  bilginin kaynağı  ne olursa  olsun,  o bilgiyi  yeşertmek için bir  "tarla" gereklidir.

Tarla ekildiyse, tohum yeşerir.

Tarla “campustur "  Latincede.

Yerleşkeyi, sormayın.

***//***

O halde  ekin ve Ekim ayını  başka  bir  türkümüzle, bir  Yozgat türküsü ile  bitirelim :

Ekin  ektim çöllere de
Yoldurmadım ellere
On beşinde yar sevdim de
Sevdirmedim ellere

***//***

Ekilip filizleneceğimiz, biçilip tane olacağımız, un olup doyuracağımız  güzel  günlere,


Muhabbetle,

Recep  Babayiğit, 02.10.2017