31 Temmuz 2025 Perşembe

911 DOKUZ YÜZ ON BİR

Eskiler doğum tarihlerini, olayların geçtiği yılları, kısaca takvimi dillendirirken o yılın tamamını söylemezler, ilk rakam olan binli sayısını atarlar, geriye kalan üç haneli rakamı söylerlerdi.

 1911 yerine, sadece 911, derlerdi.

1341, Sabahattin Ali’nin şiirinde “Yıl bin üç yüz kırk bir” şeklinde tam olarak söylense de burada bir hece sayısı kaygısı olduğu aşikardır.

Ancak, kaç doğumlusun ya da tevellütün kaç, diye eskilere, yani bizim kuşağın atalarına sorulduğunda onlar hep “915’liyim, 925’liyim” diye cevap verirlerdi.

 Öyle ki çoğu zaman sondaki üç rakamdan bir rakam daha atılır, sadece iki rakamlı tarihler konuşulur, yazılırdı.

 93 Harbi, derken, Rumi takvime göre 1293 yılı söylenmek istenir ve resmi kayıtlara bile böyle geçerdi.

Ya da “Koca Doksan Kıtlığı” dediğimizde, yine 1290 yılında, başta Konya olmak üzere, Kastamonu’ya kadar uzanan bütün Orta Anadolu’yu etkisi altına alan kuraklığa bağlı kıtlıktan söz edilirdi.

Koca Doksan’da kuraklığa bağlı kıtlıktan dolayı ölen hayvan sayısı bilinmez belki, ama Hikmet Birand yaklaşık 250.000 kişinin hayatını kaybettiğinden söz öder.

 Kim unutabilir “Hey On Beşli” türküsünü.

Bu türküde anlatılan ise, on beş yaşındaki çocukların cepheye gönderilmesi değil, 15 kura askerlerdir. 

 …/…

2023, bu yazının diliyle söyleyecek olursak, Rumi 439 yılıydı.

Kırk beş gün kaldığım Kırgız Yurdunda gruplar gelip giderken, aradaki geçiş zamanlarında hep aynı köyde-Karool Döbö ve aynı Guest House’da-Jenkchen kalıyordum.

Kırgızistan’a gelen gruplar ilk gün başkent Bişkek’ten yola çıkarak Chon Kemin Bölgesi’nde bulunan Karool Döbö Köyü’ne geliyordu.

Biraz dinlenmeden sonra hemen programa başlıyorduk.

Önce köy içi gezi, sonra köy mezarlığı ve köy kırsalında kısa bir yürüyüş yapılırdı.

Köy içi gezide son durağımız hep köhne bir köy bakkalı olurdu.

Köy bakkalını, yüzünden hiç eksilmeyen belli belirsiz gülümsemesini orantısız bir şekilde bastıran hüznüyle Gülayım Ece işletiyordu.

Köhne köy bakkalı dediysem de, içinde bulunan mal çeşidinin azlığını söylemek istemiyorum elbette. Tam tersine bakkalda “Her ne ararsan var, derde devadan gayrı.” 

Köyde kaldığım geçiş zamanlarında bakkala sık sık uğrardım. Ne aradığımı pek bilmeden girerdim bakkala.

Bir keresinde at nalı için mıh aldıysam, başka bir zaman gelişimde bir ıstekan (Dilimize Azeri Türkçesinden geçme, Rusça, bardak) sonra gelişimde ise bir çaynik alırdım.

Beni bakkala en çok çeken şey ise tezgahın üstünde bulunan ve bir tür abaküs olan Rus etnografyasına ait hesap aleti olurdu.

Gülayım Ecenin o aleti kullanırken sattığı malların tutarını saniyelerden daha hızlı bir şekilde hesaplamasını hayranlık ve şaşkınlıkla izlerdim.

Süre biraz daha uzasın, diye daha fazla çeşitte ve farklı fiyatlarda mal alır, yarısını SOM olarak verdiysem, bir kısmını USD olarak verirdim.

Böyle durumda Gülayım Ecenin hesaplama süresi belki de ancak sadece 1 saniye gecikirdi ve onu abaküsün başında biraz daha uzun süre görebilmeyi boşuna beklerdim.

Abaküs hep sağda ve tezgah üstünde

Bunun adı nedir Ece, diye sorardım, счеты конторску, diye cevap verirdi.

Başka bir zaman geldiğimde yine sorardım, yine sevecenlikle cevap verirdi.

Gülayım Ece’nin dilindeki bu Rusça sözcüğün karşılığı “Abaküs Hesaplayıcı’dır” ve okunuşu ise kısaca “Schety-şety” (Abaküs), şeklindedir.

Gülayım Ece’nin dilinde ise aradaki “E” seslisi “O” gibi çıkardı.

Kelimenin tam olarak ne olduğunu anlayabilmek için Gülayım Eceden onu küçük bir kağıda yazmasını istemiştim.

Belki de farkındaydı Gülayım Ece benim her seferinde ona bu aletin adını sormamdaki hınzırlığın asıl nedeninin ne olduğunu.

Bakkalın köhneliği belki de Gülayım Ecenin yüzündeki hüznüne rağmen paradan puldan uzak kalışı, bakkalı bir ticarethane gibi görmemesinden kaynaklıydı.

Eşini, Kırgızların demesiyle, Evdeş’ini kaybedeli yıllar olmuş. Belki de köy kolhozundaydı Gülayım Ece.

Bakkala her gittiğimde kapıdan girişte beni görünce tezgahın arkasında bulunan sandalyesinden kalkar, beni ayakta karşılardı.

-Kandaysın Ece? (Nasılsın Ece?)

-Cahşı (İyi)

Yüzlerimizdeki fizyonomik benzerlik o kadar da şaşırtıcı değil aslında

İlk diyalog böyle başlardı aramızda.

Sonra hep susardı o. Ben de susardım ve bakkalın kıyı köşesinde, köhne yerlerde saklı, satılmamış, yüzü açılmamış mallara bakardım. Aldırmazdı Gülayım Ece benim o meraklı halime. Kısılmaktan küçülmüş gibi bakan gözlerinin üzerimde gezdiğini asla düşünmezdim. Öyle ki bıraksa, şartlarım uygun olsa, ben de o köhne bakkalın bir çırağı olur, her gün erkenden bakkalı açmaya gelirdim.

Gülayım Ecenin Rusça el yazısıyla - счеты конторску,-Abaküs Hesaplayıcı yazısı

 …/…

 Tek başıma gidişlerde Gülayım Eceye saygısızlık olmasın, yanlış anlamasın, diye asla alkollü bir içecek almaz, almış olsam da bakkalın içinde asla içmezdim.

 …/…

 Amerikan sineması ve TV dizileri dünyayı hızla etkisi altına almaya başladığında bilinçaltına birçok şey pompalanıyordu.

Oyuncuların her sahnede sigara yakmaları ve her buluşma-görüşmelerde bardaklara viski koyarak yudumlamaları sıradan gibi gelirdi.

Özgür ve bireysel haklara değer verildiğini, vatandaşlık haklarının yüce değer olduğunu her filmde mutlaka bir veya birden fazla sahnede bilinçaltımıza sokmaya çalışan Amerikan Rüyasında çocuk-yetişkin bütün özgür bireylerin zorda kaldıklarında telefonda sadece 911 rakamlarını tuşlamaları yetiyordu. 

911 veya Amerikan Rüyası, Hızır gibi imdada koşmuyor muydu?

…/…

Ne Gülayım Ecenin ne de benim bu yazımın başlığında belirtilen 911-Amerikan Rüyası ile ilgimiz yoktur.

 …/…

 2023, bu yazının diliyle söyleyecek olursak, Rumi 439 yılı, Ağustos ayıydı.

 Bir gün sonra en son grup da gelecek, onlarla birlikte ben de Türkiye’ye dönecektim.

Gülayım Eceye son bir kez daha uğramak istedim.

Ona uğramak demek, nedensiz bir şekilde o köhne bakkaldan bir şey almak demekti sanki benim için.

Yine öyle oldu.

Kapıdan girişte solda, tezgahın dışında, ayrı bir yerde duran büyükçe bir çayniğe gözüm takılıyor. Fiyatını sormadan çayniği alıyorum.

Fakat guest house’dan çıkarken yanıma ne para ne de kimlik-pasaport almışım. Kimliksiz olmam sorun değil, zira bütün köy beni tanıyor artık, ama paranın olmaması iyi değil

Gülayım Eceye ayıp olacak.

Durumu anlatıyorum. Param yok, yanıma almamışım.

Olsun, diyor. Erten (yarın) getirirsin, diyor.

Erten (yarın) buradan dönüyorum artık, diyorum.

Olsun, diyor.

Çare, çözüm?

Ece, diyorum bizim rehberi Cibek’i (İpek’i) biliyorsun, ben ona söylerim, o sana parasını getirir, boldu mu (oldu mu?)

Gülayım Eceden alınan çaynik Hattuşa’da yanan sobamın üzerinde

 -Boldu boldu.

Gülayım Eceye çayniğin parasını veremeden bakkaldan ayrılıyorum.

Rehberimiz Cibek’e durumu anlatıyorum ve çayniğin bedeli olan paranın en kısa zamanda Gülayım Eceye ödenmesini rica ediyorum.

-Merak etme Recep Abi, diyor İpek.

…/…

2025, bu yazının diliyle söyleyecek olursak, Rumi 441 yılı, Temmuz ayı, günlerden 2 Temmuz.

Yine bir Kırgızistan Yurt Gezisindeyim. Yine Bişkek’e varıştan sonra ilk geceyi

geçirmek üzere Karool Döbö Köyü’ne

gidiyoruz.

Biraz dinlenme kısa bir uykudan sonra yine aynı bildik planla önce köyün yanı başından akan Kemin Irmağının kenarına gidiyoruz.

Oradan ellerimizde çocuklar için getirmiş olduğumuz hediyelerle köyün sokaklarına dalıyoruz.

Köy mezarlığından önce uğrayacağımız son yer köyün bakkalı, Gülayım Ecenin bakkalı.

Grubu böylesi köhne bir köy bakkalına götürmenin nedeni bakkalın köhneliğini göstermek değil. Asıl amacım, grubu Gülayım Ece ile tanıştırmak.

Asıl amacım, Gülayım Ecenin adeta bedeninin ve aklının bir parçası gibi hareket eden abaküsünü göstermek ve Ecenin abaküs üzerinde yaptığı işlemleri izletmek.

Grup arkadan geliyor. Aramızda on metre var.

Bakkala ilk ben giriyorum.

Adımımı bakkalın eşiğinden atarken “Gülayım Ece, kandaysın?” diye sesleniyorum.

Benim bakkala girdiğimi gören Gülayım Ece, yüzündeki hüzünle karışık gülümsemesiyle sağ elinin dirseği tezgaha dayalı olarak, işaret parmağını bana doğru sallayarak bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Gülayım Ecenin bu işaret dilinden ilk anladığım onun bana bir sitem etme ifadesi oluyor. “Nerelerdesin, kaç yıldır yoksun, seni gidi seni” der gibi bir sitem ifadesi sanki.

Tezgaha geliyorum.

Elimi uzatıp eski ve dost bir yüreğin elini sıkıyorum.

Gülayım Ece sağ elini uzatıp benimle tokalaşırken, aynı anda sol elinin başparmak ayasına yazmış olduğu bir şeyi gösteriyor: 911

…/…


Utanıyorum, yerin dibine girmek istiyorum.

Daha çok da yıldırım gibi çarpılıyorum.

Bu kadın bunca yıl bu rakamı nereye yazmış da unutmadan bana gösteriyor?

Bir yerlere not etmiş olsa o köhne bakkalda her şey gibi, o not da kaybolurdu.

Belli ki aklına yazmış Gülayım Ece.

İyi, ama rakam ne 910 ne de 912, tam olarak 911.

Başka birisine anlatacak olsam, bana Amerikan filmlerindeki acil arama numarasından söz eder, bilinçaltının su yüzüne çıkmasıyla.

Yıldırım çarpmasının etkisi bende hala devam ediyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Zira Gülayım Ecenin sol el başparmak ayasına siyah renkli tükenmez kalemle yazmış olduğu 911 rakamının benim iki yıl önce köyden ayrılırken son anda ondan almış olduğum ve parasını veremediğim çayniğin parası olduğunu anlıyorum. Utancım büsbütün artıyor.

Cibek, diyorum Gülayım Eceye, başını yukarı kaldırıyor, “Iııhh” der gibi “Cok-yok” diyor. Seksenine yaklaşan yaşıyla Gülayım Ecenin ödemediğim çayniğin parası olan 911 SOM’u unutmamış olması bir yana, çayniğin parasını vermeyenin ben olduğumu unutmamış olması beni daha da şaşırtıyor.

Gülayım Ece mutlaka köy kolhozunda çalışmış olmalıdır. Bundan eminim artık. Aksi halde bu kadar zeki ve becerikli, bir o kadar soğukkanlı kalabilmek hiç de kolay olmamalıdır.

Özür diliyorum Gülayım Eceden.

Grup da bakkala dolmuş oluyor.

Grubun bakkalda henüz hiçbir şeye el atmasına fırsat vermeden onları Gülayım Eceyle tanıştırıyorum.

Sonra da grubun dikkatini Gülayım Ecenin o kült aleti, abaküsü nasıl kullandığına dikkat çekerek izlemelerini söylüyorum.

…/…

Bakkalda kalış süremiz benim Gülayım Eceye karşı olan mahcubiyetimden kaynaklı olarak biraz uzuyor. Durumu gruba da anlatıyorum.

Bakkaldan alınacaklar alınıyor.

Nal mıhı da alınıyor, daha küçük bir çaynik de.

Çorap alanlar da var, Arpa markalı bira alanlar da.

Benim iki yıldır ödenmeyen 911 SOM çaynik borcum da ne bir SOM fazla ne de eksik olarak ödeniyor.

…/…

Son sahneye hazırlıyorum kendimi.

Gülayım Eceyi bir daha ne zaman görebilirim, bilemiyorum.

Iraftaki son çayniği Meral Ece aldı. (Mavi renkle çerçeveli)

Kırgızca, Кечирим сурайм (keçirim surayım) olarak ondan özür diliyor ve boynuna sarılıyorum. Bir tür helalleşmeydi aslında benimkisi.

Hiç beklemediğim bir şekilde, o da benim boynuna sarılıyor.

Kendimi zor tutuyorum ağlamamak için.

Uzak ve ıssız bozkırlarda bürkütler uçuyordu içimden.

 

Özür dilerim, sözünden hemen sonra, kucaklaşmadan önce

  Teşekkür:

 -Fotoğraflar için Aksakal Şeref Uzman’a,

-El mankenliği için Ayşe Erzin’e, çok teşekkür ediyorum.

19 Haziran 2025 Perşembe

KILIK KIYAFET Mİ? KILIĞA KIYAFET Mİ?

Halk ağzında küfür gibi bir söz vardır: “Kılıksız”. Kimine göre çok büyük hakaret içeren bu söz ilk ne zaman söylendi, bilemeyiz. Ancak, “Kılık” kelimesi “Kılınç” kelimesinde olduğu gibi “Kıl” fiil kökünden türemiştir.

“Kılık sözcüğü Uygurca metinlerde az kullanılmasına rağmen Karahanlı Türkçesi metinlerinde daha çok kullanılmıştır. Sözcük Divanü Lügati’t-Türk yazmasının tıpkı basımında (s. 193) Arapça as-sīra wa’l-‘işra ma‘a n-nās “davranış, huy; insanlarla münasebet (CTD I s. 293; Ercilasun ve Akkoyunlu, 2014, s. 165); eserin bir başka yerinde (s. 381) geçen er kılkı tėtrüldi ‘Adam (ve benzeri) huyu kötüleşti’ (CTD II s. 77; Ercilasun ve Akkoyunlu, 2014, s. 300) cümlesinde de Arapça ḫulk, yaradılış, ‘huy’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır.”[1]

Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, yukarıda küfür gibi konuşulan “Kılıksız” sözünün aslında hiç de yersiz olmadığını görüyoruz. Aslında birisine “Kılıksız” derken, o kişinin dış görünüşünü oluşturan kıyafetinin eski, uygunsuz, döküntü vb. olması değil, onun huyunun, yaradılışının kötülüğünden söz edilir.

Kelimeler de insanlar gibi, zamanla ve yer değiştirdikçe yani Orta Asya’dan doğuya göçtükçe anlam genişlemesi veya daralmasıyla karşılaşır.

Şimdilerde ve arada gelip-giden yırtık elbise giyme modası aslında günümüzden 100 yıl kadar önce de vardı, üstelik İstanbul’da görülüyordu, ama o bir zorunluluk haliydi.

O zorunluluk hali bile o zamanın İstanbul’unda bir modaya nasıl öncülük eder, açıklaması zor bir durumdur.

“1919’da Direklerarası bir daha sarsıntı geçirdi. Rusya’dan vapur doluları gelen Vrangel Orduları döküntüleri daha İstanbul’a varır varmaz ‘Açız, bize ekmek verin’ diye bağırıyorlar; yüzüklerini, bileziklerini satıyorlardı.

Yüzyıllar boyu Türklerin kuyusunu kazan bu millet bu defa Türklere avuç açıyordu. Üzerlerinde ne varsa öylece kaçmışlardı. Hele kadınlar, pislikten, sefaletten bitlendikleri için saçlarını kökünden kesmişler, sonra da be buldularsa başlarına geçirmişlerdi. Halk o zaman farkında değil, buna ‘Rusbaşı’ demiş, İstanbul hanımları da böyle renk renk örtülerle bu göçmenleri taklit etmişlerdi. Hatta omuzları yırtık elbiseler bile çabucak moda olmuş, yırtık omuzlu elbiseler yayılmaya başlamıştı. Bu olay o devrin karikatürcülerine dahi sermaye olmuştur.”[2]

Moda, yani bir yerde kıyafet, Malik Aksel’in yukarıda anlattığı gibi, sadece yokluk ve sefaletten doğmuyordu. Refah içinde olan Osmanlı hanımları ipekli çarşaflarının içinde de, peçelerinin ardında da moda kaygısı taşıyorlardı.

Yine arada bir gelip-giden moda giyimlerden birisi de kadınların “Yandan yırtmaçlı” etekleri oluyor. O da görülür yüz yıl öncesi İstanbul’unda.

“Mütareke devresinde ve o derece dar ve beden yapışık çarşaflar moda olmuştu ki, kadınlar küçük adım atmada yarışa çıkmış gibiydiler. Hele faytona binmek hiç de kolay değildi. Bunun arkasından yandan yırtmaçlı çarşaflar görüldü ki, dizkapağından yukarılar bile göze çarpıyordu.

Yandan yırtmaç çarşaflar

Görünüyor tombul bacaklar

türküsü bu zamanın yadigarıdır.”[3]

…/…

Bazen ihtiyaçların karşılanması bir modaya dönüşür, sosyete bu konuda hep öncüdür nedense.

Yine gelip-giden modalardan birisi de erkeklerin duble paça pantolon giymesidir.

İngiliz aristokratlarının pahalı atlarının bulunduğu özel at haralarına girerken pantolonlarının paçalarının at pisliğine bulaşmaması için yukarı doğru çemrelemeleri (katlamaları) günümüzde bile devam eden bir modayı başlatıyordu, duble paçalı pantolon giyme modası.

Ya da kadınların giydiği düğmeli giysilerin düğmeleri veya pantolon fermuarları günümüzde bile neden hep soldadır?

Çünkü o aristokrat kadınları hizmetçileri giydirip soyuyordu.

Karşınızda duran ve düğmeli bir üst giysisi olan kişiyi soymanın veya giydirmenin en kolay ve hızlı yolu onun giysi düğmelerinin solda olmasıyla ilgilidir. O düğmeler sağda olursa hizmetçilerin aynı hızla ve kolaylıkla o aristokrat kadınları giydirmesi ve soyması zordur.

Sorun sadece kıyafetle açıklanamıyor.

…/…

Askeri lisede bize dahili ve harici üniforma verirlerdi. Dahili üniforma okul içinde giydiğimiz üniformaydı. Harici üniforma ise hafta sonu izinlerinde Bursa’da çarşıda veya bayram, yarıyıl vb. tatillerinde giydiğimiz üniformalardı.

Üniformanın yanında kasket ve Sümerbank-Beykoz imalatı kösele tabanlı siyah deri kunduralar, kış mevsiminde giymek için de pardösü verilirdi.

Hafta sonu çarşı iznine çıkıldığında okulun bulunduğu Işıklar Caddesi’nden aşağıya dik inişle Setbaşı’na, oradan da Altıparmak Caddesi’ne ve Çekirge’ye kadar yürürdüm.

Benden başka yürüyerek inenler de olurdu.

İnişte, Namazgah’a yakın bir yerde, cadde üzerinde solda bir pasaj vardı. Pasajın için de de bir terzi, adı Fikri’ydi.

Çarşı iznine çıkan öğrencilerin önemli bir kısmı ya aşağı inerken veya okula doğru o dik yokuşu yürürken o pasaja girer, mutlaka Terzi Fikri’ye uğrarlardı.

Pek bir anlam veremezdim o kadar çok askeri öğrencinin o pasaja, Terzi Fikri’ye gitmelerine.

Sonradan anlamaya başladım bunun nedenini.

Hafta sonunda çarşı iznine çıkmadan önce, izine çıkmak isteyen bütün öğrenciler harici elbiseleriyle içtimaya çıkarlardı. O gün nöbetçi subayı içtimada olan öğrencilerin kıyafetini denetler, sonra onlara izin verilirdi.

Nöbetçi subay harici elbiselerde, ayakkabılarda, kasketlerde gayri nizami bir durum görürse, o öğrenciye izin vermezdi, dahası hem kötü söz söyler hem de şiddet de uygulardı.

Devlet, bize bedenimize uygun üniforma, kundura, kasket vb. verirdi. Öğrenciler verilen nizami kıyafetleri bir tarafa bırakıp da neden gayrı nizami kıyafetler giymeye heves ederdi, pek bir anlam veremezdim.

Yetmişli yıllar İspanyol paça pantolon modasıydı.

Kunduralar ise arabesk rüzgarlarının estiği yıllara bağlı olarak “Yumurta topuk” kunduraya dönüşürdü.

Çarşı iznine çıkanların neden hemen ve doğrudan o pasaja, Terzi Fikri’ye girdiklerini sonraları anlamaya başladım.

O pasaja girenler ya verilen dar paça, ama nizami üniformanın pantolonun paçasını genişletip İspanyol paça haline getiriyordu ya da terziden haki kumaş alarak yepyeni bir pantolon diktiriyorlardı.

Aynı şekilde, ceketler de daraltılıyor ve bedene yapışık hale getiriliyor veya yeni ısmarlanıyordu.

İyi, ama Terzi Fikri bu haki kumaşları nereden buluyordu?

Kösele topuklu nizami kunduraların topukları ise sökülüyor, yerine tahtadan yumurta topuklar yapılıyordu.

Buruna ve pençeye de demirden nalçalar çaktırılıyordu.

Kasketler mi?

Onlar da alabildiğine küçültülüyor, neredeyse giyenin kafasından her an düşecek gibi, emanet duruyordu. Sovyet subaylarının kafalarına giydikleri kasketleri görünce alay ederdik, sanki üzerine uçak konacakmış kadar geniş olurdu. Gayri nizami kasket giyen bizim arkadaşların kafalarındaki kasketlere ise ancak bir kelebek konabilirdi.  Hiç estetik olmadığı gibi hem komik hem de çok çirkin duruyordu.

Bütün bu kaygı nedendi? Moda mı, nizami bir düzene kafa tutmak mı?

Modanın askeri okulları da etkilemesi anlaşılabilir bir şey olsa da, nizami düzene kafa tutacaksan, neden askeri okula girdin, pek anlamsız gelirdi bana.

Çarşı izni içtiması bazen traji-komik olaylara sahne olurdu.

Hepsi değil, birisi belki de, o günkü nöbetçi subay öğrencinin birisinin kafasında gayri nizami kasket gördüğünde öğrenciye şiddetli bir tokat atar, zaten kafada emanet duran kasket kafadan fırlar giderdi ve o öğrenci çarşı iznine çıkamazdı.

İlk tokatta kafadaki kasket fırlamıyorsa, o kasket o kafadan yere düşene kadar o subay o öğrenciyi tokatlamaya devam ederdi. Buna rağmen bazı öğrenciler ertesi hafta aynı gayri nizami kasketi giymeye devam ederdi.

Bazı subaylar ise gayri nizami İspanyol paça pantolonların tekrar giyilmesini önlemek için, o pantolonla içtimaya çıkmış öğrencinin üzerindeki pantolonu alt paçadan başlayarak beline kadar yırtardı. 

…/…

Askeri öğrencilerin yapmış olduklarının sadece bir heves olduğunu düşünüyorum ve bu heves ilerleyen yıllarda ve subay olduktan sonra zaten kendiliğinden sönüyordu.

Bu hevesin ise sadece bizim yaşadığımız ve her şeyin, her düşüncenin ve dünyanın hızla değiştiği yetmişli yılların ürünü olduğunu düşünüyordum.

Askeri öğrenciler de bu değişimlerden soyut kalamazlardı kuşkusuz.

Attila İlhan’ın Yaraya Tuz Basmak romanında bu hevesin neredeyse yüzyıllık bir heves olduğunu okuyunca daha da şaşırıyorum. Attila İlhan Kore’ye giden teğmen Demir’in askeri öğrencilik yıllarını anlatır. Durum aynıdır aslında.

“İstese de istemese de farklı bir öğrenci olmuştu: daha bir ‘Alman generallerininki gibi dursun diye’, İstanbul’da, Yüksekkaldırım’daki şapkacılarda, nizami şapkasının içine yuvarlak şemsiye telleri geçirtiliyor; beylik üniforması, askeri terzilerde vücuduna göre yeniden kesilip biçilip, göğüslerine tela, omuzlarına vatka konuluyordu. Okulda hemen bir ad yakıştırdılar: ‘Jön Demir’. “[4]

Benim de askeri öğrenci olduğum yetmişli yılların askeri öğrencilerinin gayri nizami üniforma heveslerini o yılların modası etkilerken, Teğmen Demir’in askeri öğrencilik yıllarındaki gayri nizami üniforma hevesinin nedeni Alman İmparatorluk subaylarının üniformaları olmalıydı.

…/…

Sonra, 3 Aralık 1934’te 2596 sayılı kanunla “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun” kabul edildi. Bu kanunla ‘Herhangi bir din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinleri haricinde ruhani kisve taşımaları yasaklandı.

Bilinenin aksine kanunun adında “Kılık” kelimesi geçmez.

Zira kanunu yapan akıl “Kılık” kelimesinin anlamını bilmektedir. Kanuna “Kılık Kıyafet Kanunu” denmesi, sonraki yılların ürünüdür.

…/…

Kılık halinden, yani “Yaratılış, huy” ne zaman ve neden “Kıyafet” haline geçildi?

“14. yüzyılda ‘hal ü şan, hareket tarzı, gidiş’ (Tar.S. 1996, s. 2483) anlamında görülen sözcüğün daha sonra günümüzdeki ‘giyiniş, dış görünüş’ anlamını kazanmıştır. Sözcük, Lehce-i Osmanî’de ‘kıyafet, heyet, timsal, heykel, tarz, resim, tasvir (2000, s. 233);’ Kamus-ı Türkî’de ‘1. Sûret-i hâriciyye, şekil, kıyafet; 2. Tarz, suret; 3. Resim, tasvir” (Şemseddin Sami, 2015, s. 643-644) şeklinde tanımlanmıştır. Sözcük 1945 yılından itibaren Türkçe Sözlük’te tanımlardaki küçük değişikliklerle yer almıştır: ‘1. Bir kimsenin giyinişi veya dış görünüşü, üst baş’ (2012, s. 1409). Türkiye Türkçesinde kullanılan kılık kıyafet söz grubu da ‘1. Üst baş ve dış görünüş, 2. Giysi’ şeklinde tanımlanmıştır. Böylece kılık sözcüğünün Türkiye Türkçesinde ‘dış görünüş’ anlamında kullanıldığı görülmektedir.”[5]

 …/…

Artık “Kılıksız” denmiyor insanlara belki, ama insanlar yeni bir söyleyişe heveslenir gibi, başkalarının kılığına kıyafetler yakıştırıyorlar. Ama kıyafetimiz sıklıkla değişse de “Kılığımız” pek de kolay değişmiyor, zaman akıp geçse de.

…/…

Bir Sivas-Şarkışla türküsü olmasına rağmen Hacı Taşan’ın ağzına yakışan ve onun köyü Keskin-Hacı Eli Obası’ndan dolayı onunla özdeş  “Hacel Obası” türküsünde de kılığa bir kıyafet yakıştırma sorunu vardır. Fotin giyince “Kılık” değişecekmiş gibi sanki. Halkımız bu türküde de kılık ve kıyafeti birbirinden ayırıyor.

Fotin kıyafetse, olura olmaza denk gelince, yani kılık bozuksa, kılık kıyafete uymuyor.

Hacel obasını engin mi sandın

Ayağında fotini var zengin mi sandın

Her oluru olmazı canım dengin mi sandın

Ay da doğru göremedim yar seni

Muhabbetle,

Aşk illa ki,

(Bu okuma için tavsiye edilen dinleme, Nazlı Öksüz-Hacel Obası)

 

 



[1] Kutadgu Bilig’de Kılık ve Kılınç Sözlerinin Kullanım Özellikleri Üzerine-Engin Çetin-Emre Uzer-İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: 59, Sayı: 2, 2019-s. 264-65

[2] İstanbul’un Ortası-Malik Aksel-Kapı Yayınları-2019 Dördüncü Baskı-s.38

[3] Aksel-age, s.104-104

[4] Yaraya Tuz Basmak-Attila ilhan-Bilgi Yayınları-1982 Haziran-İkinci Baskı-s.119

[5] E. Çetin-E. Uzer, age

30 Mayıs 2025 Cuma

NEDEN GELDİM ARDAHAN’A?

Kenan Karabağ dostum “Ardahan’a neden geldin?” sorusunun karşılığı olarak benden bir yazı isteyince aklıma ilk gelen başlık, Anadolulu, Bandırmalı bir Rum vatandaşımızın, Achilleas Poulas’ın “Neden Geldim Amerika’ya?” adlı müzik eseri oldu. 

Bir umutla gittiği Amerika’da aradığını bulamamanın ve en çok da vatan hasretinin, Bandırma hasretinin verdiği acıyla Achilleas Poulas’ın 1926 senesinde taş plağa okumuş olduğu bu eserin adını ödünç alarak başlıyorum:

Neden geldim Ardahan’a?   

Achilleas Poulas Amerika’ya gemiyle gider, ama geride Bandırma’nın kış denizinde dizi dizi gemiler bırakır. Geride bırakılan aslında hasrettir.

Bandırma'nın kış denizi

Gemileri dizi dizi
Merhametsiz insafın yok mu
Niçin mahzun ettin bizi

…/…

Ardahanlılar da uzun yıllar payitahta ve iş bulmak için gurbete hep gemilerle gittiler.

Hopa’ya kadar atlı veya yaya gelen, orada posta vapurlarına binen Ardahanlıların iş umuduyla ilk indikleri liman Samsun ve Zonguldak limanlarıydı.

Ne ki Achilleas Poulas bir deniz çocuğudur, muhtemelen iyi yüzme biliyordur.

Ardahanlılar ise denizi gördüklerinde nasıl da heyecanlanıyordu kim bilir?

1920’lerde Amerika’ya göç edenler orada hep birer yabancıydı.

Zonguldak ve civarındaki maden kömürü ocaklarında çalışan, sonraki kuşakların orada doğup büyüdüğü Ardahanlılar da hep yabancı kaldılar yaşadıkları, çalıştıkları yerlere. 

Amerika’ya giden Anadolu insanı bin kere pişman olduğunu söylerken,

Neden geldim Amerika'ya

Tutuldum kaldım avare
Şimdi bin kere pişmanım
Fakat geçti ah ne çare

Ardahanlılar da pişman olsalar da acılarını hep içlerine gömmüşler ve hatta Zonguldak’tan neredeyse hiç söz etmemişler, “Ardahan’ın yollarında” ile başlayan türkülerini dillerinden düşürmemişlerdir.

Ardahan'ın yollarında

Güller açıp bağlarında

Eyle bir yar sevmişem ki

On üç on dört çağlarında

…/…

Gölebertli Yusuf Durak, Ahıskalı Yusuf Dede, hem ata yurdu Ahıska’ya hem de Zonguldak’a gurbete çalışmaya gittikçe yeni yurdu Ardahan’a hasretlik çeker.

…/…

Amerika yeni dünyanın fırsatlar ülkesidir, dünyanın her yerinden göçmen alır.

Gölebert[1] ise uzun süre Osmanlı egemenliğinde kalır. 93 Harbi'nin ardından 1878 yılında Berlin Antlaşması uyarınca Rus hakimiyetine girer.

Gölebert Anadolu’nun işgal yolları üzerinde bulunan yaklaşma istikametlerinin geçtiği yol güzergahının önemli bir kavşak noktasıdır.

Yüzyıllar boyu farklı halkların konup göçtüğü, işgal altında tuttuğu, varlık gösterdiği yer olmuştur.

Ahıskalı Yusuf Durak Dede ve onun ataları da öyledir, Ahıska’dan sürülüp gelmişlerdir Gölebert’e.

…/…

Achilleas Poulas’ın eserinde icracı kendisidir, ama çalgıcılar adeta Anadolu/Osmanlı renklerinin bir sentezidir:

Klarnette: Rum Yannis Papas

Kanunda: Ermeni Garbis Bakırcıyan

Kemanda: Bulgar Nikola Doneff

Kaydı yapan: Arnavut Aydın

…/…

1998 yılı Temmuz ayında, Sirkeci’de ben, Gölebert doğumlu eşim ve onun yine Gölebert doğumlu iki ablası, büyük ablasının eşi ve küçük oğulları altı kişi, İstanbul-Rize arasında o tarihte henüz çalışmakta olan Samsun Feribotu’na biniyoruz ve Rize’ye gidiyoruz.

İki gece üç gün süren feribot yolculuğunun sonunda Rize’de karaya çıkıyoruz.

Oradan Hopa’ya.

Hopa’dan Artvin’e ve oradan tuttuğumuz bir ticari taksiyle Şavşat-Ahaldaba[2] Köyü’ne doğru yola çıkıyoruz.

Gece karanlık.

Kartal bir arabadayız.

Eşyalarımızla birlikte altı kişiyiz.

Şoförle birlikte yedi.

Daha önce hiç gelmediğimiz bir coğrafyada ve kırık arazide yol alıyor taksi.

Ürperiyoruz.

Köye varışımız geç vakti buluyor. Rahatlıyoruz. Köyün girişinde bizi eşimin amcası, yörenin tanınan zurnacısı, Osman Usta karşılıyor.

Eşimin baba tarafı Gürcü ve Ahaldabalılar.

…/…

Gölebertli, Ahıska Türkü Yusuf Dede, eşimin anne tarafından dedesidir.

Yusuf Dede, kış ayları kendini göstermeye başladığında Ardahan’ın kayan yıldızı donduran uzun kış gecelerinden çıkıp sıcak batıya, oğullarının yanına Gebze’ye gelirdi. Onun gelişini bilir, haftasına onu hangi oğlunun yanında kalıyorsa ondan emanet alır, bize götürürdüm.

Muhabbet ederdik.

Zonguldak’tan anlatırdı en çok. Şişe dibi gibi gözlükleriyle en çok da minik kızım Ülye’ye çatardı okuma bilmiyor, diye.

Baston koleksiyonumdan Yusuf Dedeye ve neneye birer baston verdiğimde, buna inanamazlardı. 

Saçını sakalını tıraş eder, banyoda yıkardım Gölebertli Yusuf Dedeyi.

Her gelişinde hediyemiz olan yeni ve temiz çamaşırlarıyla huzurla uyurdu Yusuf Dede.

Dedeeee, derdim ona, bir gün geleceğim Gölebert’e.

Teehh, derdi Yusuf dede, hiç aklım kesmiyor.

…/…

Eşimin baba tarafından dedesi, yörenin tanınan pehlivanı Nevzat Pehlivan Ahaldaba’dan Gölebert’e gelip yerleşmiş, orayı yurt tutmuş.

…/…

Ahaldaba’da ben ve eşim bir gece kalıyoruz.

Ertesi gün erkenden yola çıkarak Ardahan’a gidiyoruz.

Oradan tuttuğumuz bir ticari taksiyle Gölebert’e varıyoruz.

Kime sorsan bizim evi gösterirler, sözünü unutmadığımdan taksiden inince Yusuf Dedenin evini soruyorum köyden birisine. Köylü evi tarif ediyor.

Ancak köyün oldukça büyük bir köy olduğunu da göz ardı etmiyorum, şaşkınım, serhatta bu kadar büyük bir köy.

Eşimle yürüyerek Yusuf Dedenin evine varıyoruz.

Belli ki en az dört oğlu için ev yeri olacak şekilde oldukça büyük bir avluya sahip, ancak şimdi sadece bir oğlunun yaşattığı evin önünde, bir kütüğün üzerinde oturmuş halde duran Yusuf Dede sabah güneşini içine çekiyor.

Nene elindeki çalı süpürgesiyle beli iki büklüm, avluyu süpürüyor.

Yusuf Dedenin başı öne eğik, bastonunun ucuyla yeri eşeliyor.

Avlu duvarından görüyorum onları.

Avlu kapısına yaklaşıyorum.

Daha avluya adımımı atmadan nene belini doğrultup bizi görüyor ve ünlüyor:

-Yusuf.

-Ne var?

-Torunun geldi.

-Recep mi?

…/…

Achilleas Poulas Amerika’ya geldiğine bin kere pişman olduğunu söylüyor içli ve dokunaklı sesiyle ve “Neden geldim?” diyor.

…/…

Yusuf Dedenin içten gelen “Recep mi?” sorusu içime işliyor.

…/…

Beni Ardahan’a ilk defa getiren neden eşimin anne tarafından dedesi Gölebertli Yusuf Dede oluyor.

Eşimi doğduğu topraklara ilk defa getiren ben oluyorum.

…/…

Benim bir dedem oldu, hayatımda ilk defa.

Gölebertli Yusuf Dede, maden kömürü emekçisi.

Ruhu şad olsun,


Not: Bu da aksakaldan




[1] Gölebert-Çamlıçatak [ErmnKüğapert “Kula/Küğa (?) Kalesi”]-Adını Unutan Ülke-Türkiye’de Adı Değiştirilen Yerler Sözlüğü-Sevan Nişanyan-Everest Yayınlar-2010-Birinci Basım

[2] Ahaldaba-Tepeköy [Gürc,Axalidaba “yeni kent”]-Nişanyan-age



27 Mart 2025 Perşembe

ZOR ZAMANLAR

Zor zamanlar vardır, aç kalırsanız ağaç kabuklarını kemirir, susuz kalırsanız kendi idrarınızı içersiniz.

Zor zamanlar vardır, karakışın ortasında yakacak bulamazsanız, sizden önce kesilmiş asırlık ağaçların köklerini sökersiniz günlerce.

Zor zamanlarda mahpus damına düşerseniz, yanınızdaki ranzada bir genelev patroniçesi yatıyordur, size bir roman çıkar anlattıklarından.

Kaçaksınız, zor zamanlarda aylarca bir mezarın içinde yaşarsınız.

Aç it fırın yakar, ama zaman zordur it için.

Yola çıkanlar ne zorluklarla karşılaşacaklarını bilmezler.

Dervişler zor bir erbaini beklerler ömür boyu.

Yaşamak zor olmasa da kolay da değildir yoksullar için.

SARAYKÖYLÜLERİN ZOR ZAMANLARI

Tokat, merkez ilçeye bağlı Yeşilyurt Köyü doğumlu Zekeriya Temizel’in ailesi Kafkas göçmenidir.

Zor zamanlar geçirirler Anadolu topraklarında. Kış gelip de ısınmak için odun kömür bulamadıkları zaman daha önce kesilmiş ağaçların kütüklerini sökerler.

Zor zamanlardır.

“O sonbahara damgasını vuran olay, Zülü’nün bir dananın başını baltayla parçalaması oldu. 

Evlerinin tüm kışlık odununu Zülü keserdi. Tüm parçalar neredeyse aynı boyda ve kalınlıkta olurdu. Zülü kestiği odunları istiflediği zaman, tüm köylü gelir, yığını seyreder, şaşkınlıkla “Allah, Allah” diye başlarını sallarlardı.

Köyümüz kışlık odununu tarlalardan sökülen kütüklerle sağlardı. Yıllardan beri tarlalarımızdan kütük sökülüyordu. Kütüklerin büyüklüklerinden, eski ormanın ve ağaçların haşmeti de ortaya çıkıyordu. Kütükleri tarlalarımızda gömülü duran eski ormandan hiçbir belirti yoktu etrafımızda. Ormanın ne olduğunu bile bilmezdik. Ağaç diye tanıdığımız, Çekerek Irmağı’nın kıyısındaki kavaklar ve eğri büğrü söğüt ağaçlarıyla, mezarlığımızdaki kara servilerdi. Bir de köylülerin koruluk dediği çalılıklar.” (1)

Orman belki de asırlar önce yok olmuştu Zekeriya Temizel’in köyünde ve bu nedenle sel geldiğinde çaresiz kalıyorlardı.

Zor zamanlardı sel zamanları. 

“Sel, Büyükdere’den gelirdi. Gelişi, Şemsettin’in tepedeki evinden görülür, kim görürse var gücüyle, 

-Sel geliyor, diye bağırırdı.

(…)

Büyükdere’den yuvarlanarak gelen çamurlu suyun gelmesiyle bitmesi bir olurdu.

Ama, bir defasında, yağmur bütün gece sürmüş, Büyükdere’den de bütün gece sel gelmiş. Bahçelerde ve evlerde o kadar su birikmiş ki, suları Çekerek Irmağı’na kavuşturmak için bahçe duvarlarını yıkmışlar, evlerin duvarlarını delmişler. Ahırlardaki hayvanların çoğu boğulmuş. Kilerlerdeki ekmek tekneleri kayık gibi yüzüyormuş. Teknelere tırmanan tavuklar da, ekmekleri didikleyerek sandal sefası yapıyormuş.”  (2)

Aslıda seli önleyen ceviz ormanındaki ağaçlar birer birer kesilince sele de yol açılıyordu. 

Zor zamanlardı, halk yoksul, ellerinde satıp para edecek sadece ceviz ağaçları vardı.

“Babalar küfür ederek sigaralarından derin nefesler çekerlerdi.

Zülü’ye göre bu küfürler Büyükdere’nin cevizlerini kesenlereydi. Aslında biraz da kendilerineydi.

Büyükdere’den ilk cevizler, köy ihtiyar heyetinin kararı ile kesilmiş.

Şehirde ceviz mobilya modası almış başını gidiyormuş. Zenginler ceviz karyolaya konmamış olan yatağa yatmıyor, ceviz masa olmazsa yemek yemiyorlarmış. 

(…)

Büyükdere’nin cevizleri yok olurken, köylünün evi doluyormuş. En sonunda, Kasımgilin evine radyo bile gelmiş! Bütün köy, radyo dinlemek için Kasımlara doluşuyormuş. Radyonun kutusu da ceviz ağacındanmış Celal radyoya bakmış, eliyle dokunmuş ve sonunda, herkesin kendisine bile söylemediği gerçeği dile getirmiş:

-Büyükdere’nin cevizi dönüp dolaşıp geri geldi.” (3)

Aç it fırın yıkar, diye bir atasözümüz vardır.

Zorda kalan insanlar ve hayvanlar, zor zamanlarda beklenmedik işler yapabilirler.

AKÇAABAT AHANDA KÖYLÜ DİNAMO’NUN ZOR ZAMANLARI

Şiirimizin dinamosu Hasan İzzettin Dinamo’nun kaçakta olduğu zamanlar şairin “Zor zamanlarıdır.”

Zor zamanlarında Karacaahmet Mezarlığı’nda bir mezarın içinde saklanır, geceleri orada uyur ve sonrasında “Karacaahmet Senfonisi’ni” yazar.

“Ne o?

Ne olacak

Pülümür mapushanesi kaçkını

Hasan İzzettin Dinamo,

Karacaahmet servilerinin arasında aramakta sığınak.

Kaçmakta yaşayan hortlaklardan:

Ölüm işkencesi korkusu

Yaşamayan hortlaklara vermiyor aman.

Karşılamıyor şairi kemikten elleriyle

Hiçbiri karanlığı yararak.

Ne mi yapmış Dinamo?

Şiirler dizmiş

Söver gibi anasına avratına

Sınırlarımıza dayanmış Hitler faşizminin.” (4)

LAMBA ŞİŞESİ TAŞIMANIN ZOR ZAMANLARI

Yetmişli yılların ortalarına kadar Türkiye’de elektrifikasyon henüz tamamlanmamıştı. Köylere peyderpey gelen elektrik şenlik havası yaratıyordu.

Köye elektrik verilmeden önce ilçenin kaymakamı ve ileri gelenleri o köye gidiyor, kaymakam köydeki trafonun kolunu yukarı kaldırıyor ve gündüz olmasına rağmen bütün köyün sokak lambaları yanıyordu.

İşte tam o sırada ellerinde evlerinden getirdikleri gaz lambalarını tutan köylü kadınlar, onları bütün güçleriyle yere çalarak gaz lambalarını tuz buz ediyor ve böylelikle köye elektriğin gelmesini kutluyorlardı.

Aslında kutlama sembolikti.

Karanlıktan kurtulmak, elektriğe, aydınlığa, temiz aydınlığa kavuşmaktı.

Yeterdi onca yıl gaz yağı lambasının yağını doldurmak, yanınca islenen lamba şişesini her gün silmek, lamba şişesi kırılır veya çatlarsa yeni şişenin geleceği günü beklemek zor zamanlardı.

Hepsi güzel de o köylü kadınlar o gazyağı lambalarını yere çaldıklarında kim bilir hangi kristal lambalar da yere çalınmış oluyordu. Ya da o lambaların kim bilir nasıl bir etnoğrafik değeri vardı?

İşte o gaz yağı lambasının yakıldığı günlerde köylünün ekmekten, tuzdan, yağdan ve hatta şeer (şehir) ekmeğinden bile daha çok ihtiyaç duyduğu şey, gaz yağı lambası şişesiydi.

Köyden şeere öyle her gün gidilmezdi. Haftada bir gün ve hafta pazarı olduğu gün gidilirdi şeere.

Herkes gitmezdi şeere. Bir ısmarıcı (sipariş) olan şeere gidene söylerdi, “Bana bir somun ekmek, bir bidon gaz yağı, bir gripin vb.” ama ille de c ısmarlanırdı.

Hiçbir şey alınmasa da olurdu, ama gaz lambası şişesi mutlaka alınmalıydı. Zira akşam olunca yemek yapmak, yemek yemek, ders çalışmak, yatakları sermek hep o gaz lambasının kör ışığında olurdu.

Ahıra girmek, süt sağmak, samanlıktan saman almak için “İdare lambası” kullanılırdı.

Şeere hep köyün erkekleri giderdi.

Ismarıç eğer gaz lambası şişesiyse, o iş en sona bırakılırdı.

Zira şişe önceden alınıp elde taşınarak diğer ısmarıçlar alınırsa, şişe yanlışlıkla kırılabilirdi.

O nedenle gaz lambası şişesi alımı en sona bırakılırdı.

Saçı sakalı uzamış, başında kasketiyle üstü başı hırpani köylü en sonunda gaz lambası şişesini alırdı.

Köylerde yakılan gaz lambalarının şişesi genellikle 14 numara şişe olurdu.

Eskici-antikacı aleminin kralı Çorumlu Kel İbo boynunda asılı 14 numara lamba şişesiyle

Gaz lambasın on dört numara şişesini alan köylü aldığı şişeyi bir yerde unutmamak ve bir yere çarpıp kırmamak için onu bir iple boynuna asardı.

Koca koca, yaşlı başlı hırpani adamları boyunlarında 14 numara gaz lambası şişesiyle görmek bana çok tuhaf, komik ve grotesk gelirdi.

Sonraları anlıyordum, o adamların lamba şişelerini en güvenli yer olarak boyunlarına asmalarını. O zamanlar hem ısmarıcı veren köylü kadın hem de o ısmarıcı kırmadan sahibine ulaştırmaya çalışan köylü adam için zor zamanlardı.

ISINMAK İÇİN TELGRAF DİREĞİNİ YAKAN KURT BEKİR’İN ZOR ZAMANLARI

Isınmak için zor zamanlardı. Ne odun bulabilirdi köylü ne de kömür.

Tezek ise çok kalorisiz ve zahmetli işti.

Fahri Erdinç “Diriler Mezarlığı” öykü kitabında aylardır kışın ayazında Çatalkaya mağarasında donmak üzere olan ve ısınmak için telgraf direğini kesip yakan çoban Kurt Bekir’in zor zamanlarını anlatır.

“Dayı, bi ataş yakalım.”

‘Baltanın sapından başka odun…’

‘Dur Dayı, bi ağaç görüyom ben.’

‘Get ulen, Kepirlik’te ağaç ne gezer?’

Adaş ağaç gördüğü yöne doğrulmuştu bile. Kurt Bekir de arkasından:

‘Baltayı al Dayı. Hem de kuru ağaç!’

Telefon direğine kurtarıcı gibi sarıldılar. Bir öpmedikleri kaldı. Kurt Bekir tepesine doğru baktı direğin. Tel fincanları ağarıp duruyordu. Kar savruntuları içinde ne çeşit ağaca sarıldıklarını şıp diye anladı. Amma adaş gerçekten işin farkında değildi. Geçen kıştan beri köye indiği yoktu. Yazın köye telefon bağlandığını nereden bilsin? Telefon denilen şeyden haberi yoktu daha…

Dört kere mi, beş kere mi vurdu baltayı. Bir de sağdan, bir de soldan… Kurt Bekir’e: ‘Etme ulen’ dedi güya, ama bu dediğini kendisi bile duymadı. Öyle ya, Kepirlik’te donsun, sırıtıp kalsın da, yarın gelip bulanlar gülüyor mu sansınlar Bekir’i?

Adaş gerile gerile son baltayı vurunca, direk bir kütürdedi. Uçtan kopan tellerin vınıltısını bile duymadılar rüzgardan.  (5)

MOSKOVA KIŞININ ZOR ZAMANLARINDA HAVA TAHMİN YÖNTEMİ

Vala Nureddin Moskova’da geçirdiği günlerde zor zamanların dondurucu kışında Sovyet halkının buluşunu anlatır.

“Söylemeden geçmemeyim: En garibi, soğuk derecesinin idrardan anlaşılması. Düşük derecelerde çok kimse idrarını tutamıyor. Kar üzerine işerken, idrar yarı yolda donuyor. Yerden bir karış yüksekliğinde kehribara benzeyen bir çubuk belirirse ve alt tabaka, şayet fincan tabağından küçükse, anlaşılmalı ki, sıfır altı otuz. Çubuğun kısa, tabağın büyük oluşu, derecenin fazla düşük olmadığını gösteriyor. Örneğin dört parmak çubuk, eksi yirmi derecedir.

Köylü kadınlar da, pazar yerlerinde, eteklerini kaldırıp ayakta ve herkesin gözü içine baka baka, bu hava tahmin raporunu hazırlıyorlar.”  (6)

HATTUŞALI KEDİLERİN ZOR KIŞ ZAMANLARI

Bizim kuşağın öğrencilerinden öğrencilik yıllarında elektrik saatinin mandalını düşürerek kaçak elektrik kullanmayanı yoktur sanırım.

Kaçak elektrik en çok ısınmak ve banyo yapmak için kullanılırdı.

Hattuşalı kedilerin zor zamanları

Hattuşalı kediler ise Boğazkale’nin meydanında duran heykeli aydınlatan halojen lambanın ısısına sığınarak Hattuşa’nın dondurucu ayazından korunmaya çalışıyorlar.

Aç it fırın yıkmıyor, ama üşüyen kedi halojen lambaya sarılıyor.

SABİHA SERTEL’İN ZOR ZAMANLARINDAKİ LÜKS NERMİN 

Türk aydınının yüz aklarından olan Sabiha ve Zekeriya Sertel, Serteller, yüreklice yayımladıkları çok değerli kitap, dergi ve gazeteyle o yıllarda çok önemli bir boşluğu dolduruyorlardı.  

Sabiha Sertel üç ay kaldığı cezaevinde Lüks Nermin ile aynı hücreye kapatılırlar.

Sabiha Hanım Lüks Nermin’den duyduklarından bir roman, bir film senaryosu çıkardı mı, bilinmez, ama zor zamanların farkındaydı.

“Sabiha Sertel cezaevinde o zamanların ünlü randevuevi sahibi ‘Lüks Nermin’ ile aynı hücrede kalmış. Lüks Nermin sırtını dayadığı kodaman müşterilerine rağmen, nasıl düşmüşse düşmüş cezaevine.

‘- Hiç sıkılmadım,’ diyordu, Sabiha Hanım. ‘Lüks Nermin, sen gazetecisin, günün birinde işine yarar senin, diyerek işlettiği evin tüm sırlarını anlattı. Kimleri ele verdi bir bilseniz, kimleri!... Geceler boyu anlattı, beni eğlendirdi.’ diye gülüyordu. Çok da içten gülerdi tatlı tatlı. Sonra yıllarca aramızda bu ‘Lüks Nermin’ hikayesini kahkahalar arasında konuşacaktık.” (7)

Sabiha Hanım Lüks Nermin’in ağzından dökülen sırları asla ifşa etmedi. Yaşadığı zor zamanlar onu çok sevdiği ülkesinden kopardı.

Ancak, Lüks Nermin’in evini ziyaret eden ve adlarını burada veremeyeceğim, bir devlet başkanı ve bir de kral açığa çıkan bir olaydan dolayı dillere düşer. Devlet başkanı şahıs Lüks Nermin’in evini ziyaretinden bel soğukluğu kapmıştır. O devlet başkanı için zor zamanlardı. 

ALATURKA TUVALETE CEP TELEFONLA GİRENLERİN ZOR ZAMANLARINA ÇÖZÜM ÜRETEN HALKIMIZ

Alaturka ya da alafranga, ama en çok da alaturka tuvalette işimizi görürken veya sonrasında tuvalete bir şey düşürmeyen yok gibidir.

Çocukluğumuzda bütün tuvaletler alaturkaydı.

Camilerimizin tuvaletlerinin neredeyse tamamı alaturkadır.

Yine aynı şekilde cep telefonu olmayan, kullanmayan, yanında taşımayan çok az yetişkin insan vardır.

Cep telefonu ile alaturka tuvalete girenlerin telefonlarını tuvaletin deliğine düşürme olasılıkları yüksektir.

Cep telefonuyla alaturka tuvalete girenler için zor zamanlardı.

Halkımız bunun için de bir pratik çözüm üretmiştir.

Alaturka tuvalete cep telefonuyla girenlerin zor zamanları için bir kutu yapmış ve o kutunun ne işe yaradığını da yazmıştır.

Ahmet Kaya’nın o nefis icrasında eserin sözlerinin sahibi Yusuf Hayaloğlu 

 Başım belada!

Tabancamı unutmuşum helada.

Yerine, “tabancamı düşürmüşüm helada” mı demek istiyordu. Düşürmekle unutmak farklı şeyler, düşürürsen herkes seni ayıplar, racon bozulur, bozum olursun millete.

Bilemeyiz aslını elbette.

Zor zamanlardan çıkmak kolay değildir.

Alaturka tuvalete cep telefonuyla girenlerin zor zamanları için icad

TABUT YAKAN ARKADAŞLARIMIN ZOR ZAMANLARI

Çorum Yetiştirme Yurdu’nda benim kaldığım yıllarda 18 yaşını dolduranların yurtla ilişiği kesilirdi. Yani çocuk artık devlet koruması altında sayılmaz, halkımızın tabiriyle “Çocuk sokağa atılırdı.”

Sokağa atılan bu çocuklardan bazıları daha liseyi bile bitirmemiş olurlar, liseyi bitirenler ise üniversite sınavları için başlarını sokacak kiralık bir ev ararlardı.

Kimsenin parası yoktur. Tutulan bir evde sefalet içinde sekiz, on kişi kalmaktadırlar.

Çorum’un hoşgörülü Milönü Mahallesi halkı yetiştirme yurdundan yaşını doldurup da ayrılan (atılan derlerdi) o kadar çok bekar gencin bir evde kalmasına ses çıkarmaz, tam tersine yardımcı da olurdu.

Eğer o atılan gençler kış zamanında atılmışlarsa veya atılmalarından beri Çorum’da bir kış daha geçireceklerse onların en büyük dertleri ne yiyecek ve içecek, ne de giysi vb. olurdu. Onların tek derdi Çorum’un ayazından korunmak olurdu.

İyi de ne sobaları olurdu ne de sobalarında yakacakları bir şeyleri.

Çorum Yetiştirme Yurdu’ndan ayrılanlar her sene Çorum’da buluşurlar, görüşürler.

Onlarla, yurttan kardeşlerimle görüşmelerimde benim onlarla olmadığım zamanlarda onların yaşadıklarını dinlerim.

Dinlediğim en traji-komik hikaye ise arkadaşlarımın Çorum’un ayaza çekmiş karakışında ısınmak için en yakında bulunan camiden tabut ve salaca çalmalarıydı.

Arkadaşlarım tabut ve salaca çalma işini şimdi bile anlatırken sessiz ve uğrun anlatırdı, sanki etrafta onları dinleyen emniyetin bir gece bekçisi veya cami imamı varmış gibi.

Önceleri pek anlam veremediğim bu camiden tabut ve salaca çalma işini “Aç it fırın yıkar” sözüne uydurarak anlayabiliyordum.

O yıllarda o çocuklara ne devlet ne de başka bir kurum veya şahıs sahip çıkıyor veya yardım ediyordu.   

Çocuklar soğuktan donmamak için yapıyorlardı bunu.

Arada polisle veya emniyetin gece bekçisiyle burun buruna geldiklerinde durumu nasıl da cenaze taşıma merasimine dönüştürdüklerini de dinliyordum.

Garip olansa “Eşit zamanlarda, eşit koşullar olduğunda, benzer sonuçlar çıkar” toplumsal önermesini doğrularcasına, bu işi, yani camiden tabut ve salaca çalma işini yurttan atılan sadece bir grup gencin değil, birbirlerinden habersiz olarak aynı işi yurttan atılan ve o sıralarda Çorum’da hayat mücadelesi veren diğer kardeşlerimin  de yapmış olmalarıydı.

Çorum’da yurt buluşmalarında bu işi anlatanları dinleyenlerden bazıları “Biz de yapmıştık” derken aslında birbirlerinden haberleri yoktu.

Sosyal şartlar aynı sonuçları doğurabiliyor.

Soğuktan donmamak için en yakın camiden tabut ve salaca çalan yurt kardeşlerimin zor zamanlarıydı. 

Zor zamanlarda büyüdük. Zor zamanları anlatmak da zor.  

Muhabbetle,

Hattuşa, 19 Mart 2025


[1] Çekerek Kıyılarında-Zekeriya Temizel-Aya Kitap-2006 Birinci Baskı-s.22-23

[2] Temizel-s.42

[3] Temizel-age, s.42-43

[4] Karacaahmet Senfonisi-Hasan İzzettin Dinamo-May Yayınları-1976 Birinci Baskı-s.12-13

[5] Diriler Mezarlığı-Fahri Erdinç-Hür Yayınevi-1969-s.41

[6] Bu Dünyadan Nazım Geçti-Vala Nureddin-Cem Yayınevi-1988-s.335

[7] Vala Nureddin-age, s.84

Yazıya bu türkü yakıştı gibi geldi aksakal'a.