29 Aralık 2024 Pazar

FİKRİ(YE)MİN İNCE GÜLÜ

(video için not: yazar Safiye Ayla'dan, editör Münip Utandı'dan, tekniker Bülent Ersoy'dan olsun dedi, mütereddit kalan tekniker nedendir bilinmez Eylem Aktaş'da karar kıldı)

Hattuşa günleri biri diğerine benzemez şekilde geçiyor.

Ankara’da oturan kız kardeşim Şerife Ankara’da gecekonduda yaşarken komşuluk yaptığı ailenin oğlu Nuri’ye her sene Yozgat Çömlek Peyniri siparişi veriyormuş.

Nuri daha sonra Ankara’dan tekrar kendi köyüne, Yozgat merkez ilçeye bağlı Karacalar Köyü’ne taşınmış ve orada yaşıyor.

Şerife her sene yakın çevresinden topladığı peynir siparişini Nuri’ye veriyor, Nuri de sonbaharda peynirleri Ankara’ya gönderiyor.

Burada Şerife’nin hiçbir kârı olmadığı gibi, peynirlerin parasını Nuri’ye peşin ödüyor, kendisi ise almış olduğu siparişlerin parasını ya çok geç alıyor ya da hiç alamıyor.

Üstelik peynirler Ankara-Kayaş’a otobüsle getiriliyor, Şerife bir de gidip onları almak için masraf yapıyor, zahmet çekiyor.

O sene hazır olan peynirleri Karacalar’a gidip ben alıp getireyim, diyorum Şerife’ye.

Olur, Abi, diyor Şerife.

Hatırla Hattuşa, diye başlıyorum yine söze. Konu sadece karavanla peynir taşıma mı, yoksa başka hikâyeler de mi var?

KARAVANLA-BEYAZ DEVE İLE YOZGAT ÇÖMLEK PEYNİRİ TAŞIMA

Hattuşa’dan karavanla yola çıkıyorum. Önce Sungurlu’ya uğramam gerekiyor. Ablam Zeynep, oğlu Mustafa için kışlık erzak hazırlamış. Çoğu turşu. Bidon bidon turşuları daha karavana taşırken bile ortalığı sarımsak ve sirke kokusu kaplıyor.

Turşu bidonları karavana yükleniyor.

Şimdi yolum Yozgat-Merkez İlçe-Karacalar Köyü.

Yola çıkmadan önce Nuri ile telefonda görüşüyorum. Nuri beni Alaca-Yozgat yolu üzerindeki bir akaryakıt istasyonunda saat 13.00 gibi bekleyeceğini söylüyor.

Karavanın içini şimdiden ağır bir koku sarıyor.

Acaba peynirler de kokuyor mu?

Saat 13.00’e doğru Nuri ile sözleştiğimiz akaryakıt istasyonunda buluşuyoruz. Birbirimizi ilk defa görmemize rağmen, hemen kaynaşıyoruz.

Karacalar Köyü bu noktadan sonra araçla yarım saat. Yol bir süre sonra asfalttan çıkarak bozuk köy yoluna sapıyor. Köye varıyoruz.

Nuri’nin demesiyle kapıları aynı avluya bakan üç kardeşe ait üç hane hep bir arada yaşıyorlar.

Avlu oldukça geniş ve bir tarafta çok sayıda tarım makineleri park etmiş halde duruyor.

Güz vakti tarlalar biçilmiş, herkler edilmiş. Şimdi artık bağ bozumu, pekmez, peynir, turşu zamanı.

Yozgat Çömlek Peyniri gerçekten de farklı aroması olan bir peynirdir, ancak topraktan çömleklere basılırsa.

Artık sadece Yozgat’ta değil, Anadolu’nun neredeyse hiçbir yerinde peynirler toprak çömleklere veya deri tulumlara basılmıyor.

Böyle olunca eski peynir lezzetlerini bulmak çok zor, neredeyse imkansız.

İpek bir kese gibi deriye basılan Kargı Tulumu ve birkaç istisna var elbette her zaman.

Nuri beni evine buyur ediyor.

Eşi ve çocukları beni sıcak karşılıyorlar.

Biraz sonra Nuri’nin babası Mustafa Amca da geliyor beni görmeye.

Sohbet güzel, yemekler lezzetli, çaylar da içiliyor, ama peynirler hala hazır değil.

Vakit geçiyor.

Ankara’ya gideceğim daha.

Geleli neredeyse iki saat geçtiği halde ne peynirden söz eden var, ne de halimi soran.

Anlaşılan, Şerife’nin 21 bidonluk siparişinden birkaç bidonu ya eksikti veya içinden alınarak daha hatırlı birisine verildi ve Nuri’nin eşi ve yengeleri eksilen bidonları yeni peynirden basmaya uğraşıyorlar.

Kolay değil plastikten de olsa bidonlara peynir basmak. Aslında toprak çömlek veya plastik bidon da olsa peynirleri mutlaka erkekler basar, çünkü peynirin kuvvetli basılarak arasında asla hava kalmaması gerekir.

Anlaşılan eksilen bidonları kadınlar basıyor.

AĞRI’DAN GELDİM ABİ 

Nuri’nin babası Mustafa Amca’yla sohbet ederken içeriye girip çıkan Nuri’nin hanımı da arada söze karışıyor. Genç sayılacak yaşta, rahat tavırlarıyla kendine güven sergileyen kadının bizim buralardan olmadığını tahmin ediyorum.

Siz nerelisiniz, diye soruyorum Nuri’nin hanımına.

Abi ben Ağrılıyım, diyor kadın.

-Nasıl yani?

-Evet abi.

Önce kadının ailesinin yıllar önce, özellikle 93 Harbi sırasında muhacir olarak bu bölgeye gelenlerden ve bölgede kalanlardan olabileceğini düşünüyorum.

-Aileniz muhacir mi gelmiş?

-Yok Abi.

-Nasıl peki?

-Abi aracılar var, beni buldular. Bana bir fotoğraf gösterdiler.

-Sonra da aha bu eşim, Nuri geldi. Görüştük, beni alıp buraya, bu köye getirdi.

-Kaç yıldır bu köydesin?

-15 yıldır bu köyde yaşıyorum, çocuklarımız var.

Nasıl bir hayat bu, diye şaşırırken biraz sonra duyacaklarımdan sonra artık hiç şaşırmam diyebileceğim şeyler dinliyorum Nuri’nin arkadaşı olan başka bir köylüden.

ABİ BEN KARI BULURUM, İŞİM BU

Odada sıkıldığımı anlayan ve eksik peynir bidonlarının hazırlanmasının gecikeceğini bilen Nuri beni evden dışarı çıkarıyor.

Köyün kırsalında yürüyüş yapıyoruz.

Nuri’ye köyün kimlerden kaldığını, Yörük-Türkmen-Çerkez vb. etnik yapısını soruyorum.

Abi bu köy dey kaç bin yıldır öz be öz Türk köyüdür, ne gavur gelmiş ne de yaşamış burada, diyor.

Köyü gezerken kıyıda köşede, sokak başlarında gözüme çarpan ve geç dönem Bizans mezar taşları olduğunu düşündüğüm, üzerindeki kabartma haçlarla birlikte yan yatmış bir şekilde duran taşların ne olduğunu Nuri’ye sormanın gereksiz olduğunu biliyorum.

Köyde haç kabartmalı taşlara herkes alışık demek ki ve onların ne olduğunu merak edip soran bile yok. 

Karacalar Köyü eski camisi temelinin köşe taşı

 

Diğer köşe, temel taşı

Yeniden eve geliyoruz.

Çatal kapının önünde duran büyükçe bir antik mermer parçanın üzerine oturmuş bir köylü beni sorguya çekiyor.

Siyah saçları jöleyle geriye doğru taranmış, siyah ütülü pantolonlu, ütülü ve uzun kollu, geniş yakalı beyaz gömleğinin düğmeleri göğsüne kadar açık, boynundaki kalın altın zinciri gururla taşıyan genç sayılacak yaştaki köylü kafasını bile bana çevirmeden, bıyık altından ve alt perdeden konuşmaya başlıyor:

-Sen çok geziyormuşsun.

-Eh, biraz, fırsat oldukça.

-Urfa’ya gittin mi?

-Gittim.

-Balıklı Gölü gördün mü?

-Gördüm.

Urfa’ya gittin mi, sorusundan sonra hiç bilmediğim bir yeri anlatacağını düşündüğüm genç köylünün Balıklı Gölü sormasına şaşırmıyorum. Devam ediyor genç köylü.

-Ben her sene en az yirmi kere giderim Urfa’ya.

-Hayırdır?

Merakım artıyor, genç köylü Urfa’da benim bilmediğim bir yere mi gidiyor, yoksa müritlik ilişkisinde olduğu bir tarikatın merkezine mi gidiyor?

-Karı getiririm oradan.

-Nasıl yani?

-Benim işim bu, ekmek parası.

-Nasıl oluyor?

-Benim orada aracım bir kadın var.

-Eee?

-Ona buralardan, dul, bekar erkeklerin fotoğraflarını götürürüm. O da bana elinde olan kızların, kadınların fotoğraflarını gösterir. Ben fotoğrafları alıp buraya getiririm. Beğenen devam eder, sonra görüştürürüm.

-Yani aracılık bir nevi.

-Evet.

-Sonra?

-Sonra her sene en az yirmi karı bulurum, alıp getiririz buralara, civar köylere.

Genç köylüye bir şey diyemiyorum. Demek ki bu da başka bir eş bulma yolu olmuş.

Şaşırmıyorum da.

Bizim çocukluğumuzda mektupla arkadaşlık yaparak evlenenleri, daha sonraki yıllarda ve hala devam eden şekilde sahillere gelen yaşı ve gönlü geçmiş yabancı kadınlara aşık oldum tiyatroları oynayarak onlarla evlenip kapağı Avrupa’ya atmaya çalışan sahte evlilikleri, köyünden Almanya’ya gitmiş kızla evlenip aile birleşmesi bahanesiyle Almanya’ya adım atan, sonra da ilk fırsatta ayrılıp başka bir hayatın esiri olanları düşündüğümde; genç köylünün Urfa’dan bulduğu kadınlar için aracılık yapmasını yadırgamıyorum. Sadece genç köylü kendisini tam olarak ifade edemiyor.

Boynuna taktığı kalın altın zincirle, jöleli siyah saçlarıyla, alt perdeden konuşmasıyla bir bitirim edası takınması çok sahte ve komik kaçıyor, hepsi o kadar.   

Genç köylüyle olan bu kısa diyalogdan sonra Nuri ile yeniden köyün sokaklarında geziniyoruz.

Yıllar önce Nida Tüfekçi anısına yapmış olduğumuz bir Yurt Gezisinde Zeynep Herkmen dostumuz, Nida Tüfekçi’yi anlatırken; ben de yine bir Nida Tüfekçi derlemesi olan Ziya’nın Ağıtı hakkında konuşma yaparak ağıtın yakıldığı köyün de adını söyleyerek bir gün bu ağıt için o köye gidelim, diyordum.

Hatırla Hattuşa, diyorum. Sadece o geziden mi hatırlıyorsun Karacalar Köyü’nü ve Ziya’nın Ağıtını?

20 Kasım 2020, Cuma günü Selman Ak dostumla Hattuşa’dan çıkarak Dersim’e doğru yapmış olduğumuz ve “Dersim’e Yolculuk” adı altında yayınlamış olduğumuz seyahatnamemizde, Yozgat il sınırını Sivas’a doğru çıkarken Selman dostumdan bir türkü rica ediyordum: Ziya’nın Ağıtı.

…/…

-Selman Gözüm, henüz Yozgat topraklarındayız. Bu toprakları çıkmadan bir Yozgat türküsü açsan, mesela Nida Tüfekçi’nin derlediği Ziya’nın Ağıtı türküsünü.

-Tamam, olur.

-Ama türkü Bayram Bilge Tokel’den olsun, o da Yozgatlıdır ve bence Yozgat türkülerini en iyi icra eden kişidir.

-Tamam.

Türküye konu olan ağıt gerçekte yaşanmış bir olaydan alınmıştır ve ağıtı yakan kadın Yozgat merkez Karacalar Köyü’nden Fikriye Hanımdır.

Başka bir inceleme yazımızın konu başlığı “FİKRİ(YE)MİN İNCE GÜLÜ” olacak, ama önce tamamlanması gereken ziyaretleri yapmam gerekiyor. Fikriyeleri yazacağız, yüreğimiz dayanabilirse.

-Selman gözüm, Bayram Bilge Tokel 30 yıl aradan sonra bin bir güçlükle ikna edilerek yurda, bu topraklara geri dönen ustaların ustası Neşet Ertaş’ın geri gelmesinde en büyük payı olan kişidir.

-Haa, şu Neşet Ertaş belgesellerinde, anılarında “Bayram gardaş” diye sözünü ettiği kişi mi bu Bayram Bilge Tokel?

-Evet, tam da öyle.

…/…

Dersim’e Yolculuk sonrası, aklımda yolda geçen bu diyalogla gidiyordum Karacalar Köyü’ne.

Ağıtın yakılmış olduğu o köy işte şu an benim de sokaklarında gezdiğim köy, Yozgat Merkez ilçeye bağlı Karacalar Köyü’dür.

Benim derdim ise, Karacalar Köyü’nde ağıtı yakan Fikriye Hanım’ın ve Ziya’nın hayatta olan akraba ve/veya yakınlarını bularak onlarla görüşmeler yapmak.

Köyün sokaklarından Nuri ile gezerken ona Fikriye Hanım’dan, Ziya’dan söz ediyorum.

Nuri, Fikriye Hanım’ın yakınlarından yaşlı birisinin yaşadığı evi gösteriyor ve peşinden ekliyor, biraz aksi bir adamdır yalnız.

Nuri’nin sözünü ettiği eve geliyoruz, kapının tokmağını çalıyorum. Sokağa açılan kapı hemen usulca açılıyor. Üzerindeki eski ve yıpranmış bir kazak ve paçaları kısa gelen bir pijamayla yaşlıca bir köylü bizi karşılıyor.

Nuri köylüye ne istediğimizi, neden kapıyı çaldığımızı anlatıyor.

Fikriye Hanım diyorum, Ziya Bey diyorum. Yaşlı köylü yüzünü benden sağa doğru kaçırmış halde, “Yok diyor.

Yani, bilmiyorum, demek istiyor.

Yaşlı adamın unutkanlığına vermek istiyorum.

Hiçbir fotoğrafı falan var mı, diye soruyorum.

Yok, diyor köylü.

Buraya, o inanılmaz derecede yürek yaralayan ağıtın yakıldığı köye kadar gelmişken Fikriye ve  Ziya hakkında bir şey öğrenmeden, dinlemeden geri dönmek istemiyorum.

Çaresiz yaşlı köylünün evinden ayrılıyoruz.

Nuri birden bire, o senin sorduklarının en iyi, en güzel cevabını babam bilir, o Fikriye’yi görüp tanımış biridir, diye konuşunca heyecanlanıyorum.

O halde hemen babanı yeniden çağırabilir misin, diyorum.

Kısa bir süre sonra yine Nuri’nin evindeyiz.

Nuri’nin yalnız yaşayan babası Mustafa Amca yeniden geliyor.

Cep telefonumun ses kayıt tuşuna basıyorum.

Anlatılanlardan, benim daha sonra yaptığım Çorum-Alaca ilçe mezarlığında yapmış olduğum ziyaretlerden bir hikâye yazmayı düşünüyorum.

FİKRİ(YE)MİN İNCE GÜLÜ

Eski zamanlarda çocuklara isim verirken doğan çocuğun taşıdığı ada layık, uygun olması düşünülür, gözetilirdi.

Buna “İsmiyle müsemma” hali denirdi, yani ismiyle aynı, adına layık, eşit demektir.

Çocukların ismini ise büyükler, dedeler, neneler, bilge kişiler, obanın başı koyardı ve genellikle uygun, isimle müsemma adlar konulurdu.

Sonra işin içine başka şeyler de girdi.

Bir savaş varsa, çocuğun adı Savaş, savaş zaferle sonuçlandıysa oğlana Zafer, kıza Muzaffer, dendi.

Darbelerin çocukları Hürriyet, Sibel, Devrim vb. oldu.

Sonra, ünlü futbolcuların, ünlü sinema veya sahne yıldızlarının isimleri de çocuklara ad olarak çokça konur oldu.

Sonra ise çocuğun adının neden öyle olduğunu aile ve çocuk da bilemez hale geldi, zira kimse o ismi verirken bir yere not düşmemişti.

Bugün kimse kız çocuğuna Şükûfe adını koymaz.

Oysa Türkiye’nin ilk kadın coğrafya öğretmeni ve yazar, peşinde birçok ünlünün koştuğu Şükûfe Nihal’i bilenler çocuklarına onun adını vermiştir. Üstelik gonca gül demektir, Şükûfe.

Adaletsizlik her geçen gün artsa da kimse çocuğuna Adalet adı vermiyor.

Ya da artık o kadar çok ünlü futbolcu, sahne ve ses sanatçısı var ki, bir günde sönüp gidiyorlar. Aileler onların izini bile takip edemiyorlar.

Çelik Gülersoy’un babası Stalin hayranı mıydı acaba? Onun yaşadığı dönemde Çelik adına rastlamak çok zor. Stalin ise anlamı çelik olan bir kripto isimdir.

Bizim yazımızın konusu olan isim ise Karacalar Köyü’nden Fikriye’dir.

Ancak, yazımızda sadece Karacalar Köylü Fikriye’yi değil; Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye’yi de bir zamanlar sahneleri kasıp kavuran ve ilk taş plak kaydı yapılan Türk kadın ses sanatçısı Fikriye Şakrakses Hanımları da anlatacağız.

Bu nedenle yazımızın başlığını FİKRİ(YE)MİN İNCE GÜLÜ olarak koyuyoruz.

Önce o güzelim şarkı ile başlayalım.

FİKRİMİN İNCE GÜLÜ

Bir eski zaman şarkısı vardır: Fikrimin İnce Gülü

Yazıda ele alacağımız konu Karacalar köylü Fikriye Demir ve onun yaktığı Ziya’nın Ağıtı olsa da, Fikriye Demir ile aynı adı taşıyan ve çok büyük ihtimalle ona isim kaynaklığı yapmış olan diğer Fikriyeleri de anlatmaya çalışacağız.

Burada “İsmiyle müsemma” gibi bir durum söz konusu değildir.

Söz konusu olan ünlü veya şöhret birisinin adının yeni doğan bir çocuğa verilmiş olmasıdır.

Karacalar Köylü Fikriye Hanım (02.09.1334) Miladi 1918 tarihinde doğduğunda ona ismini veren babası Köy İmamı Ali Efendi kızına isim kaynağı olan şöhretleri mutlaka biliyor olmalıydı.

Dönemin ünlü şarkıcısı ve ilk plak kaydı yapılan Türk kadını Fikriye Şakrakses’in adını o zamanlar duymayan yoktur.

Fikriye Şakrakses Hanım 1903 doğumludur. 1929 yılında sahnelenen Ayşe Operetinde söylemiş olduğu “Gel Okşa Beni” adlı tango aynı yıl taş plak kaydı olarak basılır.

Diğer Fikriye ise, soyadı almadan, Soyadı Kanunu çıkmadan önce hayatını kaybeden, Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye Hanımdır. (1897-1924)

Fikriye Hanım’ın ölümünden sonra adı nüfus kayıtlarına Zeynep Fikriye Özdinçer olarak geçer. Ancak biz yazımızda onu herkesin bildiği şekilde, Fikriye Hanım olarak anacağız.

Karacalar Köylü Fikriye’nin babası Ali Efendi, hem Fikriye Hanım ile Mustafa Kemal’in ilişkisini hem de Fikriye Hanım’ın ölümünü duymuş ve biliyor olmalıdır.

O dönemde çocuklara isim olan kişilerin önemli bir kısmı savaşlarda, afetlerde, ince hastalıkta, eşkıya kurşunuyla ölen insanların adıydı aynı zamanda.

İnsanlar, özellikle kız çocuklarına en çok da talihsiz ölen kadınların isimlerini koyardı, sanki kendi talihleri de onlarınkine benzemesin diye veya talihsiz ölen o kadının ruhunu şad etmek için.

Fikriye Hanım’ın talihsiz ölümü duyulunca herkesin bundan etkilenmiş olması mümkündür.

Lakin, Karacalar Köylü Fikriye’nin “Alim” olarak çağırılan babası köy imamı Ali Efendi’nin kızının doğum tarihi göz önüne alındığında, en çok da ses sanatçısı Fikriye Şakrakses’ten etkilenmiş olması daha büyük bir ihtimaldir.

Öte yandan hem Ali Efendi’nin hem de kızı Fikriye’nin de sesleri oldukça güzeldir.

Fikrimin İnce Gülü şarkısına yeniden dönersek, güftesi belli olmayan bu ölümsüz şarkının bestecisi Muallim İsmail Hakkı Bey’dir (1866-1927).

Bu durumda, bestecisinden yola çıkarak her üç Fikriye’nin de bu ölümsüz şarkıyı bilip seslendirdiklerini söyleyebiliriz.

Karacalar Köylü Fikriye hariç, iki Fikriye’yi de tanıyan Mustafa Kemal’in gençlik yıllarında belki de aklını başından alan ve en çok dinlediği şarkılardan biriydi bu şarkı.

Konumuz Ziya’nın Ağıtı türküsünün yakılma hikâyesidir. Ancak, ağıtın yakıcısı Karacalar Köylü Fikriye (Demir) ile diğer Fikriyelerin ortak yanlarının sadece isim benzerliği olduğunu düşünüyorsanız, yanılabilirsiniz.

O halde nedir bu ortak yanlar?

FİKRİYELERİN ORTAK YANLARI

MÜZİĞE YATKINLIKLARI:

Fikriye (Şakrakses) Hanım

“Fikriye Hanım 1903 senesinde İstanbul’da dünyaya gelir. Varlıklı bir ailenin kızıdır. 1909 senesinden 1913 senesine kadar Moda’daki Fransız Sörler Mektebinde eğitim görür. On iki yaşına kadar eğitimini okullarda alır. Okulu bıraktıktan sonra sadece müzik dersleri almaya başlar. Özellikle Profesör Mösyö Ernest’ten teganni dersleri alır.”[1]

Atatürk’ün huzurunda Dolmabahçe’de Ayşe Operetinde Ayşe’yi oynar. Operetin bestecisi Muhlis Sabahattin (Ezgi’nin) öğrencisidir (1889-1947). Yalova’da konser verir, Ata’nın iltifatına mahzar olur.

Taş plağa okuduğu “Gel Okşa Beni” şarkısından sonra Sahibinin Sesi plak şirketi Fikriye Şakrarses’i baş muganniliğe getirir.

Gökhan Akçura aktarıyor:

“Plak dolduran ilk Türk kadını ise Fikriye (Şakrakses) Hanımdır. Muhlis Sabahattin’in ‘Ayşe’ operetinin ‘Gel okşa beni’ şarkısını Sahibinin Sesi plaklarına okuyan Fikriye Hanım, o yıllarda ‘Fevkalade çok para kazandığını söyler. ‘Dört senede 60-65 bin lira aldığımı bilirim.”[2]

 Fikriye Hanım

 “Fikriye, Paşa’sı uzaklarda cephede olduğu zamanlar (gününü, yn) ya Zübeyde Hanım’la ya Refet Bey’in hanımıyla veya kitap, gazete okuyarak geçirirdi. Annesi Vasfiye Hanım’dan ud dersleri almış, çok güzel ud çalar olmuştu. Sesiyle de uduna refakat eden Fikriye’nin en çok sevdiği şarkı Dede Efendi’nin;

 ‘Sana ey canımın canı efendim,

Kırıldım küstüm, incindim gücendim’ şarkısıydı.”[3]

 Yazar Şemsi Belli’nin aktarımından Fikriye Hanım’ın sadece ud değil, piyano da çaldığını anlıyoruz.

 “O sıralarda fotoğraf zabiti Esat Tengizman, Paşa’nın bir nevi özel fotoğrafçısıydı. Fikriye Hanım, bir yandan -büyük aşkının altın madalyası gibi- boynunda taşıdığı kehribar tespihle boy fotoğrafları çektiriyor; bir yandan da beraberinde Ankara’ya getirdiği piyanosunda Paşa’nın sevdiği şarkıların provasını yapıyordu.”[4]

Karacalar Köylü Fikriye (Demir) Hanım

Karacalar Köyü’nde yaşayan, Nuri’nin babası Mustafa Yıldırım amca ile 07 Ekim 2020 tarihinde yaptığım sesli görüşme kaydından:

-Mustafa Amca Fikriye Hanım’ın sesi güzel miydi?

-Kuran okurdu, mevlit okurdu, kızların düğününde okurdu ki, sesine hayran kalırdı bütün köylü.

Babasının köy imamı olduğunu bildiğimiz Fikriye Hanım’ın babasından da doğaçlama bir ses eğitimi almış olması muhtemeldir.

Zira o vakitler köylere imam duranlar köy muhtarı ve ileri gelenlerce öncelikle ses imtihanına tabi tutulurdu. Ezanı nasıl okuyor, selayı nasıl veriyor, güzel mevlit okuyor mu, sesi ve makamı güzel mi?

Üç Fikriye’nin de müziğe yatkınlıkları ve güzel sesli olduklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Onların belki de en yakın ortak noktaları, müziğe yatkınlıkları olsa gerek.

Fikriye Demir Hanım babasının sesini günde beş vakit dinliyorsa, onun ses yeteneğini de almış olmalıdır.

GÜZELLİKLERİ:

Fikriye (Taşkınses) Hanım

Hakkında yazılı fazla bir kaynak bulamadığım Fikriye Şakrakses Hanım’ın sadece bir fotoğrafını koymakla yetiniyorum.

Fikriye Hanım

“Ortadan uzunca boylu, güzel endamlı, gözleri ve bakışları etkili, zarif, kumral güzeli bir genç kızdı.”[5]

Şemsi Belli Fikriye Hanım’ı böyle tarif ederken Eriş Ülger, Mustafa Kemal’in arkadaşı Doktor Fikret (Onuralp) ile sohbetinden aktarır Fikriye’yi:

“Bilmem ki Fikret sana nasıl cevap vereyim. İstanbul’da Fikriye diye bir kız var. Sanırım şu sıralar 21 yaşlarında. Hoş ve güzel bir kız.”[6]

Halide Edip ise akşam Ankara-Kalaba’daki evine döndüğünde ilk kez karşılaştığı Fikriye Hanım hakkında eşi Adnan Bey’e şunları anlatır:

“Bugün Paşa’nın yeğeni Fikriye Hanım’la tanıştık. Kendisini daha önce Mustafa Kemal’in arabasında görmüştüm. Bu güzel kadın bize her türlü yardıma hazır olduğunu söyledi.”[7]

 

Gökhan Akçura kitabından, dönemin güzellik anlayışına göre güzel bir kadın

Bütün bu anlatılanların yanında onun iki fotoğrafı her şeyi, Fikriye Hanım’ın güzelliğini daha iyi anlatıyor.

Karacalar Köylü Fikriye (Demir) Hanım

Karacalar Köyü’nde yaşayan Mustafa Yıldırım ile 07 Ekim 2020 tarihinde yaptığım sesli görüşme kaydından:

-Mustafa Amca, Fikriye nasıl birisiydi, şöyle akça benizli, sarı saçlı, mavi gözlü falan mıydı?

-Kırmızı benizli yakışıklı öyle biriydi. Eyice güzeldi.

Babasının Trabzon-Akçaabat’tan gelmiş olduğunu öğrendiğim Fikriye Hanım’ın beyaz tenli, tipik bir Karadeniz güzeli olabileceğini tahmin ediyorum. Bu arada Mustafa Amcadan duyduğum “Yakışıklı” kelimesinin kadınlar için de söylendiğini öğrenmiş oluyordum.

Her üç Fikriye’nin de güzel olduklarını söyleyebiliyoruz.

Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye Hanım


 (Birinci bölümün sonu)

 

 



[1]https://feymag.com-Müziğin Öncü Kadınlarından Fikriye (Şakrakses) Hanım-Editör: Muzaffer Karasalan-11.17.2015

[2] Gramofon Çağı-Gökhan Akçura-Om Yayınevi-2002 Birinci Baskı-s.24-25

[3] Ümmid-i Aşkım Fikriye-Eriş Ülger-Bilgi Yayınevi-2015 Birinci Baskı-s.107

[4] Fikriye Belge ve Fotoğraflarla Çocukluğundan Evliliğe Kadar Atatürk’ün Duygu Dünyasında Hanımlar-Şemsi Belli-Bilgi Yayınevi-2010 Dördüncü Baskı-s.109

[5] Belli,age,s.89

[6] Ülger,age,s.21

[7] Gazi ve Fikriye-Hıfzı Topuz-Remzi Kitabevi-2002 Yedinci Baskı-s.177

30 Kasım 2024 Cumartesi

BOYNUMUZA TAKTIK

 


Zileli Kör Aşık Cahiliyi, bizim Tekin Kireçci abimizi ziyarete, onun yaşadığı Zileye gittiğimde ziyaret sonrasında apartmanın kapısından çıkarken kapının arkasına dayalı, bilek kalınlığında, yaklaşık 80 cm. uzunluğunda kabukları üzerinde bir ağaç dalı dikkatimi çekiyor.

Dış kapının ardında olduğuna göre, önemsiz bir ağaç dalıdır, diye düşünürken, bir yandan da önemsiz olsa alıp atarlar veya başka bir yere kaldırırlardı, diye düşünüyorum.

En iyisi, Tekin Abiye sormak.

-Tekin Abi, bu dal parçası nedir, kapının arkasında duran?

-Ha o mu, Daun” ağacı.

-Hiç duymadım, neden saklıyorsunuz?

-Bizim buralarda bu ağaç nazara karşı iyi gelir, insanlar evlerine, evlerinin duvarlarına, kapı üstlerine, çatılara falan koyarlar.

-Bu şekilde, kesilmiş dal olarak mı?

-Evet.

-İlginç, ilk defa duyuyorum, başka bir adı var mı bu ağacın?

-Onu bilmiyorum, ama istersen alıp götürebilirsin.

İşte bir şey daha öğreniyorum.

Daun ağacı.

Daun ağacının dalını alıp Zileden dönüyorum.

Evime Hattuşaya dönünce hemen okumalar yapıyorum.

Konuyla ilgili çok güzel bir yazı buluyorum.

Farklı yörelerde farklı isimlerle bilinen bu ağacın belki de en yaygın adı “Menengiç, çitlembik” olmalıdır.

Öğrendiğim başka bir şey ise, Zile, Tokat, Erbaa, Niksar yöresinde bu ağaca Daun” deniyor olmasıdır.

2024 Nisan ayında kızımla yapmış olduğumuz BİR IRMAK DOĞUYOR-MEANDROS gezimizde Buldana uğradığımızda sokakta gezerken dikkatimi çeken ağaç işi küçük oyma takılardan alırken, takıların yapıldığı ağacın adını soruyorum.

Genç satıcı kadın Bizim burada buna cıtlık deriz,” diyor.

İşte bir bilgi daha.

Cıtlık nedir, diye soruyorum, anlatmaya çalışıyor.

Gerisini, siz en iyisi yukarıda, sokağın başındaki Abdi Amcaya sorun, diyor satıcı kadın.

Tamam, diyorum.

-Bunları kim yapıyor?

-Abdi Amca.

-Siz de satıyorsunuz.

-Evet, ama hiç kar koymadan, Abdi Amca bunları parasız dağıtıyor gelene gidene, evi de yıkıldı, ihtiyacı var. Yap, bana ver, sattıkça sana parasını vereyim, diyorum.

Duygulanıyoruz. Kızımla sokağın başına gidip, Abdi Amcayı yıkılan evinin avlusunda buluyoruz.

Bir yandan da satıcı kadının yaptığına şükran duyuyoruz.

Abdi Amca bizi temiz ve güler yüzüyle karşılıyor.

Biz sordukça bize cıtlığı anlatıyor.

Kesildiğinde ağacın dokusunun yumuşak olduğunu, mobilya, pencere vb. için işlendikten sonra ise kemik gibi sert olmasından dolayı çok tercih edildiğini, bu nedenle ormanlarda ciddi bir Cıtlık” kıyımı olduğunu da söylüyor Abdi Amca.

Aha işte, bizim evin bahçesindeki cıtlık ağacı da geçen hafta devrildi. İstanbuldan bir sanatçı hanım geldi, almak istedi, ben de verdim, gelip alacak,” diyor Abdi Amca yıkılan evinin avlusunda boylu boyunca yatan cıtlık ağacını göstererek.

Abdi Amcanın Parmakları
 
Ne Emeklerle Hazırlanmış Cıtlıklar

Bu bizim bildiğimiz menengiç ağacı, ama.

Abdi Amca bize hemen orada birkaç dal kesiyor ve küçük takılar, anahtarlıklar yapıyor.

Parasını ödemek istiyoruz, almamakta ısrar ediyor.

Saygı duyuyorum, ısrar etmiyorum.

Uygun gördüğünüz birisine verirsiniz, diyorum.

Tamam, diyor Abdi Amca, yaptıklarının karşılığı olmasa da verdiğimiz parayı alıyor.

…/…

Ülke ile Buldan Sokaklarında 
   Abdi Amca Eserleriyle

 

Abdi Amcanın Çıtlıktan Eserleri

Göğsümde Nazarlık Olarak

BENİM BİR FEVZİ USTAM VAR

Daun ağacıyla ne yapacağımı biliyorum. Tasarladım. Ama benim diğer bütün tasarladıklarımı uygulayan Fevzi Ustamın çok işi var. Onu meşgul etmek istemiyorum.

Daun ağacının dalını Sungurluya getirip Fevzi Ustanın bıçakçı dükkanına bırakıyorum.

-Bu nolacak Abi?

-Ustam bununla bir şeyler yapacağız. Ama sen çok yoğunsun, zamanı gelince sana söylerim.

-Tamam Abi, şu depoya koy bakalım.

Daun ağacının dalı bir seneyi geçen bir süredir Fevzi Ustamın bıçakçı dükkanının deposunda duruyor.

Yurt Gezginlerinin 26-29 Ekim tarihlerinde yapacağı MİHMANDARI ZİYARET YURT GEZİSİ için beni ziyarete, Hattuşaya geleceklerini biliyorum.

Ziyarete bir hafta var.

Fevzi Ustamı ziyarete gidiyorum.

İşlerinin azaldığını görüyorum, bunu o da söylüyor.

Ustam, diyorum, şu bizim ağaç dalını bi ele alsan. Biliyorum, çok toz çıkacak, çok uğraşacaksın, ama merak etme hak ettiğini veririm.

Tamam Abi, diyor Fevzi Usta.

-Ne yapacağız?

Fevzi Ustama yapacağı işi, daha doğrusu tasarladığım işi tarif ediyorum.

“Şimdi Ustam, çapı her noktasında aynı olmayan bu dalı daha rahat ve aynı çapta işleyebilmen için önce bu dalı dört eşit parçaya kes. Sonra da her bir parçayı kendi çapında el tornasından geçerek düzgün bir çap bulalım.”

Tamam, diyor Fevzi Usta, sonra?

Sonra, diyorum, elde edilen parçaları yarım santim et kalınlığında pul, pul keseceksin. Kesilen her pulun ortasından 8 mm. çapında delik deleceksin.”

Önce dört eşit parçaya ayrıldı 

 

 Sonra pul pul kesildi ve ortaları delindi

Tamam, diyor Fevzi Ustam, bir yandan da ortaya ne çıkacağını merak ederek.

Fevzi Ustanın yanından ayrılıyorum, iki gün sonra gelip pul halinde kesilmiş ve çapakları alınmış, yüzeyleri zımparalanmış parçaları alacağım.

…/…

Yurt Gezginlerinin gelmesine iki gün var.

Sungurluya gidip Fevzi Ustamdan daun ağacından yapılan pulları alacağım.

-Abi toplam 43 pul çıktı.

-Harika.

Gelecek olanların sayısı 41, demek ki herkese birer pul yeterlidir.

Pulları alıyorum ve karşılığında Fevzi Ustama hak ettiği bedeli ödüyorum.

Ustam memnun ve mutlu.

İyi, ama bu pulların ortasından birer ip geçirmeliyim. İp öyle sıradan ve çürük ip olmamalı. En iyisi uzun renkli bot bağcığı olur.

Uzun renkli bot bağcığı kimde olabilir?

Sergici İsmail Abide olabilir mi?

Gidip bi yol sorayım.

İsmail Abi kendisinde ancak siyah renkli bot bağcığı olduğunu söylüyor.

BENİM BİR DE KADİR USTAM VAR

Ayakkabı tamircisi Kadir Ustam var benim bir de.

Kadir Ustaya gidiyorum.

-Kadir Ustam dükkanı hala devredemedin mi?

-Yok ya, hiç müşteri olan yok ki. Alan olsa hemen şu saate devredeceğim.

-Bana devret, diyeceğim, ama boya ve deri kokusu astımımı azdırır.

Küçükken bir ayakkabıcının yanında çalıştığımda ne kadar da tutkuyla sevmiştim o mesleği.

Ama şimdi yapamam.

Kadir Ustama renkli bot bağcığı olup olmadığını soruyorum.

Var, diyor Kadir Usta.

Elini tezgahın arkasındaki duvarda ayakkabı ve bot bağcıklarının asılı olduğu demete atıyor ve bana demetten birkaç renkli bot bağcığı çıkarıyor.

Daha yok mu, derken, Kadir Usta kaç tane alacağımı soruyor.

Kırk beş tane.

Kadir Usta bağcık demetinden ha bire renkli bot bağcığı çıkarıyor.

-Ustam parası ne kadar?

-Tanesi 10 lira.

Sayı 45 oluyor, tamam diyorum.

Şurada az bi şey kaldı, onları da al, diyor Kadir Usta. 

Tamam, diyorum, ver hepsini.

Kadir Ustanın elindeki 60 adet uzun renkli bot bağcığının hepsini alıyor, parasını da ödüyorum.

Bu tür uzun renkli bot bağcıkları doksanlı yılların gençlerinin giydikleri Convers marka spor ayakkabılarının ikonik bağcıklarıydı, çok yaygındı.

Kadir Ustamın elinde kalan bu bağcıklar da o yıllardan olmalı ki, o yıllardan bu yana satılmamış olduğu belli, zira hepsi toz, leke ve kir içindeydi.

…/…

Fevzi Ustamın daun ağacından hazırlamış olduğu 43 adet pul ve Kadir Ustamdan aldığım 60 adet uzun renkli bot bağcığı yanımda, eve, Hattuşaya dönüyorum.

Eve varır varmaz, bot bağcıklarını tül bir torbaya koyarak ağzını bağlıyor ve çamaşır makinesine atarak yıkıyorum.

Bot bağcıkları kuruduktan sonra onların her birini puldan geçirerek uçlarını düğümleyip birer kolye haline getiriyorum.


Daun ağacından nazarlıklar hazır

…/…

Kolyeler hazır.

Yurt Gezginleri 26 Ekimde geliyor. O gün Yazılıkayayı geziyor ve Yıldıztepede karşılama yapıyoruz.

27 Ekimde Hattuşa ören yeri gezisinden sonra Derbent Gölü çevresinde yapmış olduğumuz yürüyüşe bir ara veriyoruz.

Gruba bu hikayeyi anlatıyorum.

Daun ağacından söz ediyorum.

Fevzi Ustamdan, Kadir Ustamdan, Abdi Amcadan.

Herkes sırayla karşıma geçerek onların her biri olimpiyat şampiyonuymuş gibi boyunlarına birer kolye takıyorum.

 

Boynumuza Takıyoruz

Pozumuzu Veriyoruz

Beklemedikleri bir anda, bilmedikleri bir hikayeyle, yüzlerinde gülümsemeyle yürüyüşe devam ederken, gün boyunlarımızdaki daun ağacı nazarlıklarla bitiyor.

Tekin Abinin o ağaç dalını bana vermesiyle başlayan hikaye, hala yaşıyor.  

 …/…

Bizim buralarda Teyêr, Tihok, Tawi ya da Dardağan denilen bir ağaç çeşidi vardır. Daha çok kıyıda, köşede, gözden ırak yerlerde tek başına yeşeren ve zamana inat gökyüzüne doğru büyüyen bir meyve ağacıdır.

Meyve ağacı dediysem, mevsiminde sofralarımızı süsleyen bir meyve çeşidi değil. Daha çok dağlarda, kurak tepelerde ve kıraç arazilerde yetişen ve küçücük bir meyveye sahip bir ağaç. Binlerce yıldır varlığı bilindiği halde, hakkındaki bilgi oldukça sınırlıdır.

Çünkü Dardağan Ağacı unutulmuş, kıyıda köşede kalmış bir ağaçtır.

(…)

Tihok Ağacı susuz yetişen bir meyve ağacı. Kökleri toprağın çok derinine iniyor ve yerin altındaki suyu bulup, dallarına ulaştırıyor.

Kayaların arasında, sert zeminlerde bile yeşerip, kendine taşın içinde yer açabiliyor. Köklerini kayaları delerek, toprağa ulaştırarak varlığını sürdürebiliyor. Alabildiğince dayanıklı olan ağaç aynı zamanda bir kıtlık ağacı olarak da biliniyor.

En önemli özelliği de bu zaten. İnsanlar için, hayvanlar için bir nevi katık olmuş, karınlarını doyurmuş kıtlık dönemlerinde.

(…)

Ben kendimi bildim bileli bu ağacın kutsiyeti evimizde konuşulurdu. Ta nenem, dedem anlatırdı bizlere. "Teyêr Ağacına zarar vermeyin, zarar verirseniz, evinize ateş düşer" diye sık sık hatırlatırlardı.

Nenem derdi ki; Teyêr kuşların yuvasıdır, yemişi kuşlar için hayati önem taşır. Sakın dallarını kırmayın. Ve ilginçtir Mezopotamya'da Teyêr Ağacı her kültür, her inanç için kutsiyeti olan bir ağaçtır.

Halen birçok il ve ilçede çocukları nazardan korumak için dardağan dallarından küçük parçalar şekillenerek, elbisesine, omuzuna ya da külahına takılır.”

(Şeymus Çakırtaş, Unutulan Bir Ağacın Hikayesi… , 13.04 2021 tarihli https://www.indyturk.com sayfasındaki yazısından)

 …/…

Öncesi de var, o gezinin, kızım Ülke ile yapmış olduğumuz BİR IRMAK DOĞUYOR-MEANDROS gezimizin son gününde İzmirde Meral-Şeref Dostlara mihman oluyoruz.

Ertesi sabah kızım ve dostlarla Konya Türkülerinin icracı ve kaynak kişi olarak yaşayan en büyük üstadı Rıza KONYALIyı kalmakta olduğu Buca Yaşlı Bakımevinde ziyaret edeceğiz.

Ziyarete gittiğimizde Fevzi Ustamın bana daha önceden ve prova olarak yapmış olduğu daun ağacından kolyeyi bu büyük insanın boynuna da takıyoruz.

İzmirli Dostlarımız Meral-Şeref ile Rıza Konyalı Ziyaretimiz

Rıza Konyalı, yaşayan bir efsane

…/…

Selman Dostumla yapmış olduğumuz Dersime Yolculukta çıkmış olduğumuz Çar Kapı Ziyaretinde geceyi orada bir başına geçiren 12 yaşındaki o kimsesiz kız çocuğu belli ki o ziyareti bir muhafız gibi bekleyen

Dersimin Dardağan”,

Tekin Abinin Daun”,

Abdi Amcanın Cıtlık”,

Attila İlhan’ın Menengiç”,

Bizim Suna Aydın’ın Malatyasında Davin”,

Mazopotamyanın Tever”

ağacına güveniyordu.

Hepsi aynı, hepsi toprağın, hepsini taktık boynumuza…

Muhabbetle,

Yahya Kaptan, 18 Kasım 2024

Not:

Bu yazı eşliğinde Attila İlhan’ın kendi sesinden Rinna Rinnan Nay” şiirinin dinlenmesi tavsiye edilir.