(video için not: yazar Safiye Ayla'dan, editör Münip Utandı'dan, tekniker Bülent Ersoy'dan olsun dedi, mütereddit kalan tekniker nedendir bilinmez Eylem Aktaş'da karar kıldı)
Hattuşa günleri biri diğerine benzemez şekilde geçiyor.
Ankara’da oturan kız kardeşim
Şerife Ankara’da gecekonduda yaşarken komşuluk yaptığı ailenin oğlu Nuri’ye her
sene Yozgat Çömlek Peyniri siparişi veriyormuş.
Nuri daha sonra Ankara’dan
tekrar kendi köyüne, Yozgat merkez ilçeye bağlı Karacalar Köyü’ne taşınmış ve
orada yaşıyor.
Şerife her sene yakın
çevresinden topladığı peynir siparişini Nuri’ye veriyor, Nuri de sonbaharda
peynirleri Ankara’ya gönderiyor.
Burada Şerife’nin hiçbir kârı olmadığı gibi, peynirlerin parasını Nuri’ye
peşin ödüyor, kendisi ise almış olduğu siparişlerin parasını ya çok geç alıyor
ya da hiç alamıyor.
Üstelik peynirler Ankara-Kayaş’a otobüsle getiriliyor, Şerife bir de gidip onları almak için masraf yapıyor, zahmet çekiyor.
O sene hazır olan peynirleri
Karacalar’a gidip ben alıp getireyim, diyorum Şerife’ye.
Olur, Abi, diyor Şerife.
Hatırla Hattuşa, diye başlıyorum yine söze. Konu sadece karavanla peynir taşıma mı, yoksa başka hikâyeler de mi var?
KARAVANLA-BEYAZ DEVE İLE YOZGAT ÇÖMLEK PEYNİRİ TAŞIMA
Hattuşa’dan karavanla
yola çıkıyorum. Önce Sungurlu’ya uğramam gerekiyor. Ablam Zeynep, oğlu Mustafa için kışlık erzak hazırlamış.
Çoğu turşu. Bidon bidon turşuları daha karavana taşırken bile ortalığı sarımsak
ve sirke kokusu kaplıyor.
Turşu bidonları
karavana yükleniyor.
Şimdi yolum Yozgat-Merkez İlçe-Karacalar Köyü.
Yola çıkmadan önce Nuri
ile telefonda görüşüyorum. Nuri beni Alaca-Yozgat yolu üzerindeki bir akaryakıt
istasyonunda saat 13.00 gibi bekleyeceğini söylüyor.
Karavanın içini
şimdiden ağır bir koku sarıyor.
Acaba peynirler de kokuyor mu?
Saat 13.00’e doğru Nuri ile sözleştiğimiz akaryakıt istasyonunda buluşuyoruz. Birbirimizi ilk defa görmemize rağmen, hemen kaynaşıyoruz.
Karacalar Köyü bu
noktadan sonra araçla yarım saat. Yol bir süre sonra asfalttan çıkarak bozuk
köy yoluna sapıyor. Köye varıyoruz.
Nuri’nin demesiyle
kapıları aynı avluya bakan üç kardeşe ait üç hane hep bir arada yaşıyorlar.
Avlu oldukça geniş ve
bir tarafta çok sayıda tarım makineleri park etmiş halde duruyor.
Güz vakti tarlalar biçilmiş, herkler edilmiş. Şimdi artık bağ bozumu, pekmez, peynir, turşu zamanı.
Yozgat Çömlek Peyniri
gerçekten de farklı aroması olan bir peynirdir, ancak topraktan çömleklere
basılırsa.
Artık sadece Yozgat’ta
değil, Anadolu’nun neredeyse hiçbir yerinde peynirler toprak çömleklere veya
deri tulumlara basılmıyor.
Böyle olunca eski
peynir lezzetlerini bulmak çok zor, neredeyse imkansız.
İpek bir kese gibi deriye basılan Kargı Tulumu ve birkaç istisna var elbette her zaman.
Nuri beni evine buyur
ediyor.
Eşi ve çocukları beni
sıcak karşılıyorlar.
Biraz sonra Nuri’nin
babası Mustafa Amca da geliyor beni
görmeye.
Sohbet güzel, yemekler
lezzetli, çaylar da içiliyor, ama peynirler hala hazır değil.
Vakit geçiyor.
Ankara’ya gideceğim
daha.
Geleli neredeyse iki saat geçtiği halde ne peynirden söz eden var, ne de halimi soran.
Anlaşılan, Şerife’nin
21 bidonluk siparişinden birkaç bidonu ya eksikti veya içinden alınarak daha
hatırlı birisine verildi ve Nuri’nin eşi ve yengeleri eksilen bidonları yeni
peynirden basmaya uğraşıyorlar.
Kolay değil plastikten de olsa bidonlara peynir basmak. Aslında toprak çömlek veya plastik bidon da olsa peynirleri mutlaka erkekler basar, çünkü peynirin kuvvetli basılarak arasında asla hava kalmaması gerekir.
Anlaşılan eksilen bidonları kadınlar basıyor.
AĞRI’DAN GELDİM ABİ
Nuri’nin babası Mustafa Amca’yla sohbet ederken içeriye girip çıkan Nuri’nin hanımı da arada söze karışıyor. Genç sayılacak yaşta, rahat tavırlarıyla kendine güven sergileyen kadının bizim buralardan olmadığını tahmin ediyorum.
Siz nerelisiniz, diye
soruyorum Nuri’nin hanımına.
Abi ben Ağrılıyım, diyor kadın.
-Nasıl yani?
-Evet abi.
Önce kadının ailesinin yıllar önce, özellikle 93 Harbi sırasında muhacir olarak bu bölgeye gelenlerden ve bölgede kalanlardan olabileceğini düşünüyorum.
-Aileniz muhacir mi
gelmiş?
-Yok Abi.
-Nasıl peki?
-Abi aracılar var, beni
buldular. Bana bir fotoğraf gösterdiler.
-Sonra da aha bu eşim,
Nuri geldi. Görüştük, beni alıp buraya, bu köye getirdi.
-Kaç yıldır bu
köydesin?
-15 yıldır bu köyde yaşıyorum, çocuklarımız var.
Nasıl bir hayat bu, diye şaşırırken biraz sonra duyacaklarımdan sonra artık hiç şaşırmam diyebileceğim şeyler dinliyorum Nuri’nin arkadaşı olan başka bir köylüden.
ABİ BEN KARI BULURUM, İŞİM BU
Odada sıkıldığımı anlayan ve
eksik peynir bidonlarının hazırlanmasının gecikeceğini bilen Nuri beni evden
dışarı çıkarıyor.
Köyün kırsalında yürüyüş
yapıyoruz.
Nuri’ye köyün kimlerden
kaldığını, Yörük-Türkmen-Çerkez vb. etnik yapısını soruyorum.
Abi bu köy dey kaç bin yıldır öz be öz Türk köyüdür, ne gavur gelmiş ne de yaşamış burada, diyor.
Köyü gezerken kıyıda köşede,
sokak başlarında gözüme çarpan ve geç dönem Bizans mezar taşları olduğunu
düşündüğüm, üzerindeki kabartma haçlarla birlikte yan yatmış bir şekilde duran
taşların ne olduğunu Nuri’ye sormanın gereksiz olduğunu biliyorum.
Köyde haç kabartmalı taşlara herkes alışık demek ki ve onların ne olduğunu merak edip soran bile yok.
Karacalar Köyü eski camisi temelinin köşe taşı
Yeniden eve geliyoruz.
Çatal kapının önünde duran
büyükçe bir antik mermer parçanın üzerine oturmuş bir köylü beni sorguya
çekiyor.
Siyah saçları jöleyle geriye doğru taranmış, siyah ütülü pantolonlu, ütülü ve uzun kollu, geniş yakalı beyaz gömleğinin düğmeleri göğsüne kadar açık, boynundaki kalın altın zinciri gururla taşıyan genç sayılacak yaştaki köylü kafasını bile bana çevirmeden, bıyık altından ve alt perdeden konuşmaya başlıyor:
-Sen çok geziyormuşsun.
-Eh, biraz, fırsat oldukça.
-Urfa’ya gittin mi?
-Gittim.
-Balıklı Gölü gördün mü?
-Gördüm.
Urfa’ya gittin mi, sorusundan sonra hiç bilmediğim bir yeri anlatacağını düşündüğüm genç köylünün Balıklı Gölü sormasına şaşırmıyorum. Devam ediyor genç köylü.
-Ben her sene en az yirmi
kere giderim Urfa’ya.
-Hayırdır?
Merakım artıyor, genç köylü Urfa’da benim bilmediğim bir yere mi gidiyor, yoksa müritlik ilişkisinde olduğu bir tarikatın merkezine mi gidiyor?
-Karı getiririm oradan.
-Nasıl yani?
-Benim işim bu, ekmek parası.
-Nasıl oluyor?
-Benim orada aracım bir kadın
var.
-Eee?
-Ona buralardan, dul, bekar
erkeklerin fotoğraflarını götürürüm. O da bana elinde olan kızların, kadınların
fotoğraflarını gösterir. Ben fotoğrafları alıp buraya getiririm. Beğenen devam
eder, sonra görüştürürüm.
-Yani aracılık bir nevi.
-Evet.
-Sonra?
-Sonra her sene en az yirmi karı bulurum, alıp getiririz buralara, civar köylere.
Genç köylüye bir şey
diyemiyorum. Demek ki bu da başka bir eş bulma yolu olmuş.
Şaşırmıyorum da.
Bizim çocukluğumuzda mektupla
arkadaşlık yaparak evlenenleri, daha sonraki yıllarda ve hala devam eden
şekilde sahillere gelen yaşı ve gönlü geçmiş yabancı kadınlara aşık oldum
tiyatroları oynayarak onlarla evlenip kapağı Avrupa’ya atmaya çalışan sahte evlilikleri,
köyünden Almanya’ya gitmiş kızla evlenip aile birleşmesi bahanesiyle Almanya’ya
adım atan, sonra da ilk fırsatta ayrılıp başka bir hayatın esiri olanları
düşündüğümde; genç köylünün Urfa’dan
bulduğu kadınlar için aracılık yapmasını yadırgamıyorum. Sadece genç köylü
kendisini tam olarak ifade edemiyor.
Boynuna taktığı kalın altın zincirle, jöleli siyah saçlarıyla, alt perdeden konuşmasıyla bir bitirim edası takınması çok sahte ve komik kaçıyor, hepsi o kadar.
Genç köylüyle olan bu kısa diyalogdan sonra Nuri ile yeniden köyün sokaklarında geziniyoruz.
Yıllar önce Nida Tüfekçi anısına yapmış olduğumuz bir Yurt Gezisinde Zeynep Herkmen dostumuz, Nida Tüfekçi’yi anlatırken; ben de yine bir Nida Tüfekçi derlemesi olan Ziya’nın Ağıtı hakkında konuşma yaparak ağıtın yakıldığı köyün de adını söyleyerek bir gün bu ağıt için o köye gidelim, diyordum.
Hatırla Hattuşa, diyorum. Sadece o geziden mi hatırlıyorsun Karacalar Köyü’nü ve Ziya’nın Ağıtını?
20 Kasım 2020, Cuma günü Selman Ak dostumla Hattuşa’dan çıkarak Dersim’e doğru yapmış olduğumuz ve “Dersim’e Yolculuk” adı altında yayınlamış olduğumuz seyahatnamemizde, Yozgat il sınırını Sivas’a doğru çıkarken Selman dostumdan bir türkü rica ediyordum: Ziya’nın Ağıtı.
…/…
-Selman Gözüm, henüz
Yozgat topraklarındayız. Bu toprakları çıkmadan bir Yozgat türküsü açsan,
mesela Nida Tüfekçi’nin derlediği Ziya’nın Ağıtı türküsünü.
-Tamam, olur.
-Ama türkü Bayram
Bilge Tokel’den olsun, o da Yozgatlıdır ve bence Yozgat türkülerini en iyi icra
eden kişidir.
-Tamam.
Türküye konu olan ağıt
gerçekte yaşanmış bir olaydan alınmıştır ve ağıtı yakan kadın Yozgat merkez
Karacalar Köyü’nden Fikriye Hanımdır.
Başka bir inceleme yazımızın konu başlığı “FİKRİ(YE)MİN İNCE GÜLÜ” olacak, ama önce tamamlanması gereken ziyaretleri yapmam gerekiyor. Fikriyeleri yazacağız, yüreğimiz dayanabilirse.
-Selman gözüm, Bayram
Bilge Tokel 30 yıl aradan sonra bin bir güçlükle ikna edilerek yurda, bu
topraklara geri dönen ustaların ustası Neşet Ertaş’ın geri gelmesinde en büyük
payı olan kişidir.
-Haa, şu Neşet Ertaş
belgesellerinde, anılarında “Bayram gardaş” diye sözünü ettiği kişi mi bu
Bayram Bilge Tokel?
-Evet, tam da öyle.
…/…
Dersim’e Yolculuk sonrası, aklımda yolda geçen bu diyalogla gidiyordum Karacalar Köyü’ne.
Ağıtın yakılmış olduğu o köy
işte şu an benim de sokaklarında gezdiğim köy, Yozgat Merkez ilçeye bağlı
Karacalar Köyü’dür.
Benim derdim ise, Karacalar Köyü’nde ağıtı yakan Fikriye Hanım’ın ve Ziya’nın hayatta olan akraba ve/veya yakınlarını bularak onlarla görüşmeler yapmak.
Köyün sokaklarından Nuri ile
gezerken ona Fikriye Hanım’dan, Ziya’dan söz ediyorum.
Nuri, Fikriye Hanım’ın yakınlarından yaşlı birisinin yaşadığı evi gösteriyor ve peşinden ekliyor, biraz aksi bir adamdır yalnız.
Nuri’nin sözünü ettiği eve
geliyoruz, kapının tokmağını çalıyorum. Sokağa açılan kapı hemen usulca
açılıyor. Üzerindeki eski ve yıpranmış bir kazak ve paçaları kısa gelen bir
pijamayla yaşlıca bir köylü bizi karşılıyor.
Nuri köylüye ne istediğimizi, neden kapıyı çaldığımızı anlatıyor.
Fikriye Hanım diyorum, Ziya Bey diyorum. Yaşlı köylü yüzünü benden sağa doğru kaçırmış halde, “Yok” diyor.
Yani, bilmiyorum, demek
istiyor.
Yaşlı adamın unutkanlığına
vermek istiyorum.
Hiçbir fotoğrafı falan var
mı, diye soruyorum.
Yok, diyor köylü.
Buraya, o inanılmaz derecede yürek yaralayan ağıtın yakıldığı köye kadar gelmişken Fikriye ve Ziya hakkında bir şey öğrenmeden, dinlemeden geri dönmek istemiyorum.
Çaresiz yaşlı köylünün
evinden ayrılıyoruz.
Nuri birden bire, o senin
sorduklarının en iyi, en güzel cevabını babam bilir, o Fikriye’yi görüp tanımış
biridir, diye konuşunca heyecanlanıyorum.
O halde hemen babanı yeniden çağırabilir misin, diyorum.
Kısa bir süre sonra yine
Nuri’nin evindeyiz.
Nuri’nin yalnız yaşayan
babası Mustafa Amca yeniden geliyor.
Cep telefonumun ses kayıt
tuşuna basıyorum.
Anlatılanlardan, benim daha sonra yaptığım Çorum-Alaca ilçe mezarlığında yapmış olduğum ziyaretlerden bir hikâye yazmayı düşünüyorum.
FİKRİ(YE)MİN İNCE GÜLÜ
Eski zamanlarda çocuklara
isim verirken doğan çocuğun taşıdığı ada layık, uygun olması düşünülür,
gözetilirdi.
Buna “İsmiyle müsemma” hali
denirdi, yani ismiyle aynı, adına layık, eşit demektir.
Çocukların ismini ise büyükler, dedeler, neneler, bilge kişiler, obanın başı koyardı ve genellikle uygun, isimle müsemma adlar konulurdu.
Sonra işin içine başka şeyler
de girdi.
Bir savaş varsa, çocuğun adı Savaş, savaş zaferle sonuçlandıysa oğlana Zafer, kıza Muzaffer, dendi.
Darbelerin çocukları
Hürriyet, Sibel, Devrim vb. oldu.
Sonra, ünlü futbolcuların, ünlü sinema veya sahne yıldızlarının isimleri de çocuklara ad olarak çokça konur oldu.
Sonra ise çocuğun adının neden öyle olduğunu aile ve çocuk da bilemez hale geldi, zira kimse o ismi verirken bir yere not düşmemişti.
Bugün kimse kız çocuğuna Şükûfe adını koymaz.
Oysa Türkiye’nin ilk kadın
coğrafya öğretmeni ve yazar, peşinde birçok ünlünün koştuğu Şükûfe Nihal’i bilenler çocuklarına onun adını
vermiştir. Üstelik gonca gül demektir, Şükûfe.
Adaletsizlik her geçen gün artsa da kimse çocuğuna Adalet adı vermiyor.
Ya da artık o kadar çok ünlü futbolcu, sahne ve ses sanatçısı var ki, bir günde sönüp gidiyorlar. Aileler onların izini bile takip edemiyorlar.
Çelik Gülersoy’un babası Stalin hayranı mıydı acaba? Onun yaşadığı dönemde Çelik adına rastlamak çok zor. Stalin ise anlamı çelik olan bir kripto isimdir.
Bizim yazımızın konusu olan
isim ise Karacalar Köyü’nden Fikriye’dir.
Ancak, yazımızda sadece
Karacalar Köylü Fikriye’yi değil; Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye’yi de bir zamanlar sahneleri
kasıp kavuran ve ilk taş plak kaydı yapılan Türk kadın ses sanatçısı Fikriye
Şakrakses Hanımları da anlatacağız.
Bu nedenle yazımızın
başlığını FİKRİ(YE)MİN İNCE GÜLÜ olarak koyuyoruz.
Önce o güzelim şarkı ile başlayalım.
FİKRİMİN İNCE GÜLÜ
Bir eski zaman şarkısı
vardır: Fikrimin İnce Gülü
Yazıda ele alacağımız konu Karacalar köylü Fikriye Demir ve onun yaktığı Ziya’nın Ağıtı olsa da, Fikriye Demir ile aynı adı taşıyan ve çok büyük ihtimalle ona isim kaynaklığı yapmış olan diğer Fikriyeleri de anlatmaya çalışacağız.
Burada “İsmiyle müsemma” gibi
bir durum söz konusu değildir.
Söz konusu olan ünlü veya şöhret birisinin adının yeni doğan bir çocuğa verilmiş olmasıdır.
Karacalar Köylü Fikriye Hanım (02.09.1334) Miladi 1918 tarihinde doğduğunda ona ismini veren babası Köy İmamı Ali Efendi kızına isim kaynağı olan şöhretleri mutlaka biliyor olmalıydı.
Dönemin ünlü şarkıcısı ve ilk
plak kaydı yapılan Türk kadını Fikriye Şakrakses’in adını o zamanlar duymayan
yoktur.
Fikriye Şakrakses Hanım 1903
doğumludur. 1929 yılında sahnelenen Ayşe Operetinde söylemiş olduğu “Gel Okşa
Beni” adlı tango aynı yıl taş plak kaydı olarak basılır.
Diğer Fikriye ise, soyadı
almadan, Soyadı Kanunu çıkmadan önce hayatını kaybeden, Çankaya’nın Duvaksız
Gelini Fikriye Hanımdır. (1897-1924)
Fikriye Hanım’ın ölümünden sonra adı nüfus kayıtlarına Zeynep Fikriye Özdinçer olarak geçer. Ancak biz yazımızda onu herkesin bildiği şekilde, Fikriye Hanım olarak anacağız.
Karacalar Köylü Fikriye’nin
babası Ali Efendi, hem Fikriye Hanım ile Mustafa Kemal’in ilişkisini hem de
Fikriye Hanım’ın ölümünü duymuş ve biliyor olmalıdır.
O dönemde çocuklara isim olan kişilerin önemli bir kısmı savaşlarda, afetlerde, ince hastalıkta, eşkıya kurşunuyla ölen insanların adıydı aynı zamanda.
İnsanlar, özellikle kız çocuklarına en çok da talihsiz ölen kadınların isimlerini koyardı, sanki kendi talihleri de onlarınkine benzemesin diye veya talihsiz ölen o kadının ruhunu şad etmek için.
Fikriye Hanım’ın talihsiz
ölümü duyulunca herkesin bundan etkilenmiş olması mümkündür.
Lakin, Karacalar Köylü Fikriye’nin “Alim” olarak çağırılan babası köy imamı Ali Efendi’nin kızının doğum tarihi göz önüne alındığında, en çok da ses sanatçısı Fikriye Şakrakses’ten etkilenmiş olması daha büyük bir ihtimaldir.
Öte yandan hem Ali Efendi’nin hem de kızı Fikriye’nin de sesleri oldukça güzeldir.
Fikrimin İnce Gülü şarkısına yeniden dönersek, güftesi belli olmayan bu ölümsüz şarkının bestecisi Muallim İsmail Hakkı Bey’dir (1866-1927).
Bu durumda, bestecisinden yola çıkarak her üç Fikriye’nin de bu ölümsüz şarkıyı bilip seslendirdiklerini söyleyebiliriz.
Karacalar Köylü Fikriye hariç, iki Fikriye’yi de tanıyan Mustafa Kemal’in gençlik yıllarında belki de aklını başından alan ve en çok dinlediği şarkılardan biriydi bu şarkı.
Konumuz Ziya’nın Ağıtı türküsünün yakılma hikâyesidir. Ancak, ağıtın yakıcısı Karacalar Köylü Fikriye (Demir) ile diğer Fikriyelerin ortak yanlarının sadece isim benzerliği olduğunu düşünüyorsanız, yanılabilirsiniz.
O halde nedir bu ortak yanlar?
FİKRİYELERİN ORTAK YANLARI
MÜZİĞE YATKINLIKLARI:
Fikriye (Şakrakses) Hanım
“Fikriye Hanım 1903 senesinde İstanbul’da dünyaya
gelir. Varlıklı bir ailenin kızıdır. 1909 senesinden 1913 senesine kadar
Moda’daki Fransız Sörler Mektebinde eğitim görür. On iki yaşına kadar eğitimini
okullarda alır. Okulu bıraktıktan sonra sadece müzik dersleri almaya başlar.
Özellikle Profesör Mösyö Ernest’ten teganni dersleri alır.”[1]
Atatürk’ün huzurunda Dolmabahçe’de
Ayşe Operetinde Ayşe’yi oynar. Operetin bestecisi Muhlis Sabahattin (Ezgi’nin)
öğrencisidir (1889-1947). Yalova’da konser verir, Ata’nın iltifatına mahzar
olur.
Taş plağa okuduğu “Gel Okşa Beni” şarkısından sonra Sahibinin Sesi plak şirketi Fikriye Şakrarses’i baş muganniliğe getirir.
Gökhan Akçura
aktarıyor:
“Plak dolduran ilk Türk kadını ise Fikriye (Şakrakses)
Hanımdır. Muhlis Sabahattin’in ‘Ayşe’ operetinin ‘Gel okşa beni’ şarkısını
Sahibinin Sesi plaklarına okuyan Fikriye Hanım, o yıllarda ‘Fevkalade çok para
kazandığını söyler. ‘Dört senede 60-65 bin lira aldığımı bilirim.”[2]
Kırıldım küstüm, incindim
gücendim’ şarkısıydı.”[3]
Karacalar Köylü Fikriye (Demir) Hanım
Karacalar Köyü’nde yaşayan,
Nuri’nin babası Mustafa Yıldırım amca ile 07 Ekim 2020 tarihinde yaptığım sesli
görüşme kaydından:
-Mustafa Amca Fikriye Hanım’ın sesi güzel miydi?
-Kuran okurdu, mevlit
okurdu, kızların düğününde okurdu ki, sesine hayran kalırdı bütün köylü.
Babasının köy imamı olduğunu bildiğimiz Fikriye Hanım’ın babasından da doğaçlama bir ses eğitimi almış olması muhtemeldir.
Zira o vakitler köylere imam
duranlar köy muhtarı ve ileri gelenlerce öncelikle ses imtihanına tabi
tutulurdu. Ezanı nasıl okuyor, selayı nasıl veriyor, güzel mevlit okuyor mu,
sesi ve makamı güzel mi?
Üç Fikriye’nin de müziğe yatkınlıkları ve güzel sesli olduklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Onların belki de en yakın ortak noktaları, müziğe yatkınlıkları olsa gerek.
Fikriye Demir Hanım babasının sesini günde beş vakit dinliyorsa, onun ses yeteneğini de almış olmalıdır.
GÜZELLİKLERİ:
Fikriye (Taşkınses) Hanım
Hakkında yazılı fazla bir kaynak bulamadığım Fikriye Şakrakses Hanım’ın sadece bir fotoğrafını koymakla yetiniyorum.
Fikriye Hanım
“Ortadan uzunca boylu, güzel endamlı, gözleri ve bakışları etkili, zarif, kumral güzeli bir genç kızdı.”[5]
Şemsi Belli Fikriye Hanım’ı böyle tarif ederken Eriş Ülger, Mustafa Kemal’in arkadaşı Doktor Fikret (Onuralp) ile sohbetinden aktarır Fikriye’yi:
“Bilmem ki Fikret sana nasıl cevap vereyim. İstanbul’da Fikriye diye bir kız var. Sanırım şu sıralar 21 yaşlarında. Hoş ve güzel bir kız.”[6]
Halide Edip ise akşam Ankara-Kalaba’daki evine döndüğünde ilk kez karşılaştığı Fikriye Hanım hakkında eşi Adnan Bey’e şunları anlatır:
“Bugün Paşa’nın yeğeni Fikriye Hanım’la tanıştık. Kendisini daha
önce Mustafa Kemal’in arabasında görmüştüm. Bu güzel kadın bize her türlü
yardıma hazır olduğunu söyledi.”[7]
Gökhan Akçura kitabından, dönemin güzellik anlayışına göre güzel bir kadın
Bütün bu anlatılanların yanında onun iki fotoğrafı her şeyi, Fikriye Hanım’ın güzelliğini daha iyi anlatıyor.
Karacalar Köylü Fikriye (Demir) Hanım
Karacalar Köyü’nde yaşayan Mustafa Yıldırım ile 07 Ekim 2020 tarihinde yaptığım sesli görüşme kaydından:
-Mustafa Amca, Fikriye
nasıl birisiydi, şöyle akça benizli, sarı saçlı, mavi gözlü falan mıydı?
-Kırmızı benizli yakışıklı öyle biriydi. Eyice güzeldi.
Babasının Trabzon-Akçaabat’tan gelmiş olduğunu öğrendiğim Fikriye Hanım’ın beyaz tenli, tipik bir Karadeniz güzeli olabileceğini tahmin ediyorum. Bu arada Mustafa Amcadan duyduğum “Yakışıklı” kelimesinin kadınlar için de söylendiğini öğrenmiş oluyordum.
Her üç Fikriye’nin de güzel
olduklarını söyleyebiliyoruz.
![]() |
Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye Hanım |
[1]https://feymag.com-Müziğin Öncü
Kadınlarından Fikriye (Şakrakses) Hanım-Editör: Muzaffer Karasalan-11.17.2015
[2] Gramofon
Çağı-Gökhan Akçura-Om Yayınevi-2002 Birinci Baskı-s.24-25
[3] Ümmid-i
Aşkım Fikriye-Eriş Ülger-Bilgi Yayınevi-2015 Birinci Baskı-s.107
[4] Fikriye
Belge ve Fotoğraflarla Çocukluğundan Evliliğe Kadar Atatürk’ün Duygu Dünyasında
Hanımlar-Şemsi Belli-Bilgi Yayınevi-2010 Dördüncü Baskı-s.109
[5]
Belli,age,s.89
[6]
Ülger,age,s.21
[7] Gazi ve
Fikriye-Hıfzı Topuz-Remzi Kitabevi-2002 Yedinci Baskı-s.177