EMANET BALTA
Eskiden
“Vesekci” diye bilinen iş sahipleri vardı. Bu işi yapanların, otobüs
terminalleri, tren garları, oteller bölgesi gibi, daha çok şehrin kalabalık
yerlerinde bir depoları, kasaları vb olurdu.
Vesekciler
bir tür rehinecilerdi. Paraya ihtiyacı olan kişiler sahip oldukları para eder
eşyalarını vesekciye rehin bırakır, vesekci de karşılığında o kişiye malın
değerine göre belirli bir miktar para verirdi. Veseği bırakan kişi aldığı
parayı zamanında getirmezse, bıraktığı vesek vesekcinin olurdu.
Bir
tür rehin, demektir vesek.
Üzerinde para edecek hiçbir şeyi olmayan yoksul insanlar da vesek bırakırlardı.
Babam bırakacak bir şeyi olmadığı için kumaş yeleğini vesek/rehin bıraktığını, karşılığında otobüsle Konya’dan Çorum’a döndüğünü anlatırdı.
Halkımız çoğu zaman “Emanet” ile karıştırır veseği ve vesek bırakmayı.
Bu insanlar, vesekciler ve vesekcilik bizde de gösterilen günümüz popüler Amerikan TV programlarında “Modern Rehinciler” olarak anlatılmakta ve programlarda insanlara bedavadan zengin olma yollarından birisi daha sunulmaktadır.
Ankara
Garı’nda trenden inişte sizi tam karşıdan bir levha karşılar önce: “Emanet”
![]() |
Mimar Şekip Akalın tasarımı Ankara Garı’nda sizi önce “Emanet” karşılar. |
BERBER SOHBETLERİ
Sungurlu’ya
her gelişimde Sungurlu’nun faal en yaşlı berberi olan büyük kuzenime mutlaka
uğrarım.
Berber
dükkanında kuzenim Hasan ile birlikte ayrı bir koltuğu olan Servet Usta da
çalışır.
O
an saç tıraşı yapılıyorsa, tıraştan sonra hemen elime fırça ve faraşı alır, hiç
yüksünmeden yere dökülen saç kıllarını süpürürüm.
Bu benim için çocukluk yıllarımın yaz tatillerinde arada bir de olsa gelip kuzenimin yanında berber çıraklığı yaptığım günlerin bir alışkanlığıdır.
Biraz
hal hatırdan sonra tıraş olmaya gelenlerin hikayelerine kulak misafiri olurum,
kimi zaman büyülenirim anlatılanlardan.
Kimi zaman anlatılan hikayelerde veya olaylarda adları geçenlerin peşlerine düşerim kendimce, onların izlerini sürerim.
Kış
ayları öncesi orman köylülerine ormandan makta hakkı verilir. Köylüler
ellerinde baltalarla kendilerine gösterilen yerde ve miktarda kışlık odun
ihtiyaçlarını keserlerdi.
Kesim
işi günlerce sürer, kar düşmeye başladığında bile bitmezdi.
Şimdi bu kesimler motorlu testerelerle yapılıyor artık ve odunlar bir günde traktörlerle evlere taşınıyor.
O
gün söz maktadan, ormandan odun kesme hakkında açıldığında ve Hattuşa’nın
çevresi meşe ormanlığı olduğundan bana da soru geliyor:
-Senin
de makta hakkın var mı?
-Evet, var, ama ormana gidip nasıl keseceğim, neyle keseceğim. Kestim, diyelim bir traktör tutup eve nasıl getireceğim? O nedenle kesenlerden satın alıyorum.
Haklısın, diyor kuzenim.
Laf
devam ediyor. Kesimlerin eskiden balta ile yapıldığını söylüyor kuzenim.
Servet
Usta, baltayla kesimin zor olduğunu, köyde kalan yaşlıların artık balta
sallayacak güçlerinin olmadığını ve ormana kesime gidemediklerini söylüyor.
“Ona ‘Kartteke’ olacak ki, vurduğunu indirecek,” diyor kuzenim.
Kartteke
lafı kulağıma farklı bir tonda geliyor. Biraz hovardalık saklı gibi.
Kuzenim
ilave ediyor, Kartteke’nin baltayı bir vuruşta meşe ağacını kökünden nasıl
kestiğini anlatıyor.
Servet Usta “Kartteke mi kaldı,” diye müdahale ediyor.
Kuzenim
ise, alttan alıyor, “Ben de biliyorum Kartteke’nin artık yaşamadığını.”
Söze giriyorum, “Adı neymiş bu Kartteke’nin?”
Ne
kuzenim, ne Servet Usta ne de her iki koltukta tıraş olan müşteriler
Kartteke’nin gerçek adını bilmiyorlar.
Bildikleri sadece o ünlü, dillere destan “Kartteke” adı.
Kartteke’nin
baltacılığından, ormandan kaçak kesim yaptığından, bu nedenle çok kere ceza
aldığından, ama bir türlü baltayı elinden bırakmadığından söz ediyorlar.
Kartteke
merakım gittikçe artıyor.
“Huylu huyundan vaz geçer mi, gibisinden, eğer Kartteke’nin elinde bir balta varsa, mutlaka kesecek bir ağaç bulurdu, diyorlar berber dükkanında tıraş olanlar ve kuzenim ve Servet Usta.
O arada Servet Usta’nın koltuğunda tıraş olmakta olan orta yaşlarda ve eğitimli birisi olduğu anlaşılan bir beyefendi Kartteke hakkında anlatılan bir hikayeyi aktarıyor:
“Kartteke bir gün cezasını çekmek üzere hapse düşer.
Cezasının bir bölümünü çektikten sonra onu açık cezaevi olan ‘Yassıada’ya”
gönderirler. (Burada
söze girip o adanın Yassıada olamayacağını, zira orada hiçbir zaman cezaevi
olmadığını, olsa olsa İmralı Adası olacağını ve İmralı Cezaevi’nin efsane
müdürü Esat Adil Müstecaplıoğlu’ndan bahsetmek istiyorum, ama hikayeyi bölmek
ve gerilimi düşürmek istemiyorum)
Cezaevi müdürü köylü Kartteke’ye 15-20 adet koyun verir.
Kartteke de koyunları her gün sabahtan alıp, güdüyor ve akşam geri getiriyor.
Zira adada koyun gibi, başka hayvanlar da vardır, bağlar, bahçeler vardır,
hepsi cezaevi, kamu mülkiyetindedir.
Kartteke bir gün bir yerlerden eline bir balta geçirir.
Sürüyü güderken irice bir karaçam ağacını gözüne kestirir. Hemen baltasını
sıyırır ve koca çamı devirir.
Küçücük ada burası. Olay cezaevi müdürünün kulağına gider
ve müdür Kartteke’yi makamına çağırtır.
Anlat, bakalım, der müdür.
Kartteke merttir, inkar etmez yaptığını.
Oğlum, der müdür, senin dosyan kaçak orman kesmekten ağzına
kadar dolu, hala uslanmadın mı?
Kartteke biraz mahcup, başı önde, ama der müdüre, bi gelip
görün o çamı neden kestim?
Müdür önce reddeder, ama sonra ikna olur ve Kartteke müdürü
çamı kestiği yere götürür.
Müdürün gördüğü kesilen çamın gövdesinden oyularak yapılan
bir su oluğudur.
Kartteke bu oluğu kestiği çamın gövdesinden oyduğunu ve
adanın tepelerinde susuz otlayan koyunların rahatlıkla su içebilmeleri için
yaptığını söyler.
Müdür gördükleri ve anlatınlalar karşısında bir şey
diyemez.”
![]() |
İMRALININ İNSANLARINA CENNETİ GETİREN ADAM |
Berberde Servet Usta’nın koltuğunda tıraş olan beyefendinin anlattıkları sadece Kartteke üzerine değildi aslında. Benim o an anlatamadıklarım vardı. Anlatamadıklarım Esat Adil MÜSTECEPALIOĞLU ve İmralı için yaptıkları üzerine olacaktı.
En iyisi onu İmralı mahkumlarının ağzından dinleyelim.
“BALABAN’IN ESAT ADİL HAKKINDA İMRALI MAHKUMLARINDAN
DİNLEDİKLERİ…
İmralı’daki uygulamalarıyla ilgili olarak yıllar sonra
1940’lı yıllarda Bursa Cezaevinde yatarken Nazım Hikmet’ten ressamlık öğrenen
İbrahim Balaban, 1968’de yazdığı ‘Şair Baba ve Damdakiler’ kitabında olduğu
gibi, ‘Nazım Hikmet ve Biz’de de şunları yazacaktı:
‘İmralı Adasındaki cezaevini, Esat Adil
Müstecaplıoğlu’nun kurduğunu söylerdi çamaşırcı Hasan Dayı.
-Bu dünyaya peygamber geldi deseler, ben: O gelen mutlaka
Esat Adil Bey’dir derim, derdi.
Peki Esat Adil Bey adada neler yapmış?
-Bu yatak odalarını yaptırmış, o futbol sahasını, bu kütüphaneyi o kurmuş. Ve bu kütüphanede on binden fazla kitap var, oku okuyabildiğin kadar… Bağların bahçelerin kirizmasını ve fidan dikimini, olduğu gibi mahkumların hünerine ve becerisine bırakmış… Mahkumlar kendi ürettikleri buğdayı, yaptıkları yel değirmeninde öğütüp, kendi fırınlarında ekmek yapıyorlarmış. Denizden tuttukları balıklarla, yetiştirdikleri tavuklarla, et ve ekmekle doyunuyorlarmış… Tutsaklardan her kim ki bir suç işledi mi, savcı ve yargıç olan Esat Adil Müstecaplıoğlu, onu, kendisi cezalandırmazmış… O bu güzel adada, bir bakıma sosyalizm provasını yapıyormuş; bine yakın mahpusu meydana toplayıp, sanığı da ortalarına dikip, sizler bunun, bu yaptıklarını suç mu sayarsınız, yoksa bağışlar mısınız?’”[1]
Oğlu Ekrem’in söylediğine göre Kartteke İmralı’da 1984-85 yılları arasında bulunmuş. Ama anlaşılan Esat Adil’in bıraktığı güzellikler henüz devam ediyormuş ki Kartteke koyun güdüyor, indirdiği çam suç olmasına rağmen bağışlanabiliyor.
VEDAT NEDİM TÖR
İMRALININ İNSANLARI
Esat
Adil’in yaptıkları dönemin sol-sosyalist edebiyatçıları arasında da hemen yankı
bulur.
Uzun
yıllar Yapı Kredi Kültür ve Sanat Müşavirliğini yürüten Vedat Nedim Tör yazmış
olduğu üç perdelik piyeste İmralının İnsanları’nı canlandırır.
Piyesin sonunda adeta denize atılmış bir çöp gibi adaya mahkum olarak gelenlerin adadan ayrılırken Esat Adil’in uygulamaları neticesinden nasıl şifa bulduklarını anlarız koro halinde söylediklerinden.
“Nasıl atarsaÇöpleri kıyıya
Dalgalar denizden
Öyle
Attınız bizi içinizden.
Açın kollarınızı
Alın bizi içinize:
Biz,
Sizin kadar iyiyiz
Siz bizim kadar fena
Bulduk şifa
İmralıda
Bu adada
Bu yuvada
Güneşin
Ve işin
Işığında
Yıkandık.
Tattık insan olmanın tadını
Attık içimizden kelepçeyi
Ah! İnsan olmak ne iyi!
Açın kollarınızı
Alın bizi içinize
Biz
Sizin kadar iyiyiz
Siz bizim kadar fena
Bulduk şifa
İmralıda.”[2]
Berberde
duyup işittiklerimden sonra beni alıyor bir Kartteke merakı.
Çevremde
yaşlı-genç, meraklı, anlatıcı insanlara soruyorum, kimdir bu Kartteke?
Herkes
adını duymuş, ama hakkında kimse bir şey bilmiyor, adını bile bilen yok.
Sonra
bir gün yolum yine Bıçakçı Fevzi Ustama düşüyor.
Fevzi
Ustama Kartteke’den söz ediyorum.
Hayatta
olmadığını biliyorum, ama oğlu-kızı yok mu?
Ondan
geriye ne kaldı?
O eline aldığı baltalardan hiç yok mudur?
Derken, Fevzi Ustam, o bize, akraba düşer, oğlu Ekrem pazar için Perşembe günleri beni ziyarete de gelir, gelince seni onunla görüştürürüm, deyince doğru iz peşinde olduğumu düşünüp seviniyorum.
Adı neymiş bu Kartteke’nin, diye soruyorum Fevzi Ustama, bilmediğini söylüyor, herkes gibi kendisinin de onu Kartteke olarak bildiğini ilave ediyor.
Fevzi
Ustamla görüşmemizden bir hafta sonra ondan gelen telefonda Kartteke’nin oğlu
Ekrem’in yanında olduğunu, telefonu bana vereceğini söylüyor.
Tamam Ustam, ver görüşeyim, diyorum.
Ekrem
sanki beni kırk yıldır tanıyor gibi konuşuyor telefonda, içten ve saf bir
yürekle.
Ekrem’e
sorular soruyorum, cevap veriyor.
Babasının 1984-85 yılları arasında İmralı’da bulunduğunu söylerken, bu tarihti teyit edercesine kendisinin de o vakitler Çanakkale’de asker olduğunu, oradan aklında kaldığını söylemeyi ihmal etmiyor.
Ekrem
ile konuşmamız uzuyor, nihayet ona babasının gerçek adını soruyorum, Nurettin,
diyor.
Oh be, uzun zamandır izini sürdüğüm ve gerçek adını kimselerin bilmediği, ünü ve lakabı dünyaya yayılmış Kartteke’nin gerçek adını biliyorum artık: Nurettin.
Ekrem
ben sormadan devam ediyor, annemin adı şu, köyüm bu, babamın doğum tarihi 1935,
ölüm tarihi 2009.
Tamam, yeter bu kadar diyemiyorum, lafını kesmek istemiyorum Ekrem’in.
Ama
benim asıl sormak istediğim soruya bir türlü sıra gelmiyor.
Nihayet
Ekrem’e o soruyu sorma fırsatını buluyorum.
-Ekrem
kardeş, babandan sana kalan balta var mı?
-Çok
baltası vardı, ama kimini eşe dosta verdik, kimini alan geri getirmedi.
-Hiç
yok mu yani.
-Bakarız bi daha
Ekrem ile buluşma tarihi ayarlayarak telefonu kapatıyorum.
KARTTEKE’NİN OĞLU EKREM
İLE BULUŞMA
KARAOĞLU KÖYÜ ZİYARETİ
Ertesi
hafta, yine hafta pazarı için Perşembe günü Sungurlu’ya geldiğimde Ekrem de
Sungurlu’ya gelmiş bulunuyor.
Ancak
Ekrem Sungurlu’ya pazar alış-verişi değil, bozulan motorlu testeresini tamir
ettirmek için gelmiş. İroni gibi, baltasıyla ünlenmiş Kartteke’nin oğlu demek
artık motorlu testere kullanıyor.
Ekrem’in
söylediği yere geliyorum. Birbirimizi ilk defa göreceğiz.
Di
Çayı Köprüsü’nün üzerinde eski bir çuvala sarılı motorlu testeresiyle bekleyen
Ekrem’i tanımam zor olmuyor.
Birlikte
çayın kenarına park ettiğim karavana-Nikkal’e, doğru gidiyoruz.
Karavana binerek Ekrem’in, daha doğrusu Kartteke’nin Köyü Karaoğlu Köyü’ne doğru yola çıkıyoruz.
Önce annemin köyü Demirşeyh Köyü’den geçiyoruz ve yarım saatlik bir yolculuktan sonra Karaoğlu Köyü’ne varıyoruz.
Karaoğlu
Köyü tipik bir Orta Anadolu köyü, etrafı köylünün koru, dediği bodur meşe
ormanı, daha yükseklerde seyrek de olsa çam ormanı var.
Sanki
köyün adına nazire olsun diye, Kartteke Nurettin de dahil köyde çoğu insanın
soyadı “Karaderili.”
Yolda
eşini arayan Ekrem misafir olduğunu, çay koymasını söylüyor.
Evin bulunduğu sokak karavanın girmesine uygun değil, ayrıca yola akan su buz tutmuş. Aracı uygun bir yere park ederek yüksekte duran eve çıkıyoruz.
Eve
çıkan dik yol yaya için bile zor ve bozuk. Yolun sonuna doğru basamaklar var.
Basamakların sonunda geldiğimiz sahanlığın sol tarafı tandır evi, tam karşımız
ahır ve samanlık.
Sahanlığa
varışta gözüme çarpan, sol tarafta duvara dayalı alet sanki taş devrinden
kalmış gibi, çarpılıyorum. Hattuşa buraya bir adım sayılır, ama bu alet
Hititlerin kullanmış oldukları aletlerden bile daha eski ve ilkel.
Alet
ilkel, ama hala çalışıyor, iş görüyor ve bütün köylü ve hatta komşu köylerden
gelenler kullanıyor.
Gördüğüm
alet bir bileme aleti.
Ekrem’e
soruyorum yine de ve Ekrem büyük bir gururla anlatıyor.
Buna
“Adana Taşı” diyoruz, ortadaki taşı göstererek.
Aletin adı “Kösürelik.”
İlkel
bir düzenekle çatal bir ağacın ortasına yerleştirilen ve esası bir tür zımpara
taşı olan yuvarlak taş, yandaki demir kolla çevriliyor, ikinci kişi ise
baltasını, satırını, bıçağını, tırpanını biliyor. Taş kullanılmadığı zamanlar
katlanarak çatala bağlanıp sabitleniyor, kilitleniyor.
![]() |
Ekrem ve kösürelik |
![]() |
Kösürelik kilitli halde |
Eve
giriyoruz.
Ekrem’in
eşi çay yapmış, soba yanıyor.
Burası bir dağ köyü nihayet ve dışarısı soğuk.
Ekrem
başlıyor yine anlatmaya, babasından, köyden, baltadan, odundan.
Eskiden
ormancının, korucunun sürekli kol gezdiği ormanlar, artık uzaktan ve uydularla
kontrol edildiğinden ormancı köye ancak bir ihbar olduğunda gelirmiş.
Bu
durumda Ekrem rahat.
Dört
erkek, dört kız kardeşiz.
Erkekler arasında balta tutan bir ben çıktım, ama babam çok gaddardı bana karşı, çok acımasız.
Kartteke’nin neden hapse düşüp sonra İmralı’ya gittiğini soruyorum, köyde bir yaralama olayından dolayı olduğunu söylüyor Ekrem.
Bu
kadar sağlam balta salladığına göre baban Nurettin Bey veya namı diğer Kartteke
babayiğit, iri yarı birisi miydi, diye soruyorum.
Hayır, diyor Ekrem, aksine zayıf, uzun boylu bir adamdı, ama dik ve diri birisiydi. Sırım gibiydi. Köyde on adamla baş ederdi.
Kartteke’yi
daha da merak ediyorum şimdi, oysa ben hep iri yarı, uzun boylu, kalın ve çelik
bilekli birisini hayal ediyorum.
Ekrem az sonra babasının, Kartteke’nin ölümünden az önce çektirmiş olduğu çerçeveli fotoğraflarını getiriyor.
Hayal
kırıklığı asla değil, ama şaşırıyorum gördüklerime.
![]() |
Kartteke’nin Karaoğlu Köyü’ndeki evi |
Elimde duran fotoğrafın birisinde yine büyük bir ironi var.
Sanki
Köroğlu’nun “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” ünlemesi gibi, Kartteke elindeki
motorlu testereyle adeta korku filmlerinden birisi için poz veriyor.
Demek
Kartteke de yoruldu, bilekleri balta sallayamaz hale geldi. Demek teknoloji
onun da aklını çeldi. Teslim oldu.
![]() |
Motorlu testereye yenik düşen Kartteke |
Ekrem’e
başka sorular da soruyorum.
-Bu
baltanın kazması da var, biz buna kazmalı balta diyoruz, siz ormana bununla mı
gidiyorsunuz.
-Evet,
biz buna palta, diyoruz.
-Peki
o tek ağızlı olana ne diyorsunuz?
-Onun
adı tapar, o palta değil ve ormana onunla gidilmez.
-Neden?
-Çünkü
ağacın dibini, toprağı, taşı açmak gerekir, onun için de kazma tarafını
kullanırız.
-Peki
baltanın sapını hangi ağaçtan yaparsınız?
-Bizim buralarda iki tür meşe bulunur, birisi “Ger meşe, diğer kızıl meşe.” Biz sap için ger meşe kullanırız, daha sağlamdır ve sobada da iyi yanar ayrıca.
Ger meşeyi ilk defa duyuyorum. Hemen Kırsal Çevre’den dostumuz Serdar Ölez’e yazılı olarak soruyorum telefonda. Gelen cevap: “Nallıhan’da tüylü meşeye diyorlarmış, ama yöresel olarak değişebilir Recep Bey.”
Bir şey daha öğrenmiş oluyorum Ekrem’den ve Serdar Bey’den.
Ekrem ile sohbetimiz devam ediyor.
-Balta
hiç kırılır mıydı?
-Kırılmaz
olur mu? Meşenin sert bir yerine gelir, kırılır.
-En
çok neresinden kırılır balta?
-En
çok alt yanağından kırılır?
-Ne
yaparsınız bu durumda?
-Sungurlu’ya götürüp Demirci Bekir Usta’ya kaynak yaptırırız.
Şimdi
biraz nefeslenip, yeni öğrendiklerimi yerleştiriyorum belleğime.
Demek
ki baltanın başka bölümleri de var.
Demek ki bir de Demirci Bekir Usta var.
-Baltanın
alt yanağından başka nereleri var?
-Üst
yanak, boyun, boğaz.
-Pekala
baban, Kartteke, baltalarını kime yaptırırdı?
-Onun tek ustası vardı, bütün baltalarını Demirci Bekir Usta yapardı.
Son
olmasın, ama bir soru daha soruyorum.
-Babana
neden Kartteke, derlerdi?
-Çok aksi ve inatçı birisiydi, dağda tek başına günlerce balta sallar, kimseyle görüşmezdi.
Çaylar
içiliyor.
Dışarı
çıkıyoruz.
Yeniden
sahanlığa geçiyoruz. Ekrem, az biraz bekle burada diyor.
Bekliyorum.
Ekrem evin ardına bir yere dolanıyor.
Biraz
sonra Ekrem elinde bir baltayla geliyor.
Bu
ne, diyorum.
Bu
babamdan kalan son balta ve Demirci Bekir Ustanın işi.
Baltayı
ben de elime alıyor, ger meşeden sapından tutuyorum.
Ekrem’in
ve Kartteke’nin eline yakıştığı gibi benim elime yakışmıyor.
Baltanın
ağzındaki yıldız şeklindeki işareti soruyorum.
Bekir
Ustanın işareti o, diyor Ekrem.
Demek ki bir de Bekir Ustanın izini sürmem gerekiyor bundan sonra.
Pekala,
artık baltayla kesim yapmadığına göre bu baltayı bana verebilir misin?
Yanlış anlama, senden sadece “Emanet” olarak istiyorum, istediğin zaman benden geri alabilirsin.
Veremem,
diyor Ekrem, kararlı, bu babamdan kalan son balta.
Üzülüyorum. Belki de bu son balta da ya birisine emanet verilecek ve geri gelmeyecek veya alt yanağından kırıldığında götürüp yaptıramayacak. Yaptırsa bile Demirci Bekir Usta artık hayatta değil, onun gibi ustayı artık nerede bulacak?
EMANET TOMURGU
Ama,
diyor Ekrem.
Ama,
demesiyle umutlanıyorum.
Ama,
babamdan kalan başka bir şey daha var, onu sana verebilirim.
Neymiş,
olur, diyorum.
Az
bekle, diyor Ekrem ve çatıya çıkıyor.
Çatıdan
inen Ekrem’in elinde boyu 1,5 metreyi bulan bir el hızarı var.
Emanet tomurgu, son kullanan Kartteke
Bu ne diyorum, Ekrem’e.
Bunun
adı “Tomurgu.”
İlk
defa duyuyorum bu kelimeyi, benim bildiğim ve yaygın olarak kullanılan el
hızarı burada ve Yozgat yöresinde “Tomurgu” olarak biliniyor.
Kısa bir sözlük taraması yaptığımda “Tomurmak” diye bir de fiilin olduğunu buluyorum.
Ağacı dibinden kesmek ya da uzunlamasına yarmak.
Hep öğreniyoruz.
Ekrem’in
elinde dikkatle tuttuğu tomurgu uzun süredir çatıda beklediğinden her yeri pas
içinde.
Kartteke’nin
bununla ormanda ağaç kesmediğini, kesilen tomrukların beşer cm kalınlıkta
uzunlamasına dilimlediğini öğreniyorum.
Dilimler
tahıl ambarlarının yapımında, çatılarda, kağnı gibi araçlarda kullanılıyordu.
Ama
işin en önemli ve efsanevi kısmı ise koca tomrukların tomurgu ile dilimlenmesi
olayıydı. O günleri yaşayan Ekrem anlatıyor.
Tomruk
bir eşeğin, yani tahtadan bir iskelenin üzerine yatırılırdı. Bir kişi eşeğin
üzerinde, diğer kişi eşeğin, yani iskelenin altında tomurgunun iki sapından
tutarak aşağı-yukarı sürekli çekerek tomruğu boylamasına dilerdi.
Üstte olan için sorun olmazdı, ama altta olan kişi ağzını, yüzünü iyice sarardı, zira tomruk dilimlenip bitene kadar toz ve talaştan alttakinin canı çıkardı.
Sonra
elektrikli hızarlar ve hızarhaneler ve hızarcılar çıktı. Böylelikle tomurgunun
da hükmü geçti artık.
Ekrem’in
getirdiği tomurgu paslı da olsa, benim çok ilgimi çekiyor.
Kartteke’den kalan son “Palta”, Demirci Bekir Usta işi
Tamam,
diyorum, alıp evime koyarım.
Ekrem’e teşekkür ediyorum.
Berber
dükkanında kulak misafiri olduğum bir konuşmadan hareketle izini sürdüğüm
Kartteke’nin baltasını emanet olarak alamıyorum, ama aynı niyetle, emanet
olarak, yine ondan kalan “Tomurguyu” kabul ediyorum.
Sorumluluklarım
artıyor.
Korumam gereken emanetler gittikçe çoğalıyor.
BERBER DÜKKANINDAKİ DEMİRCİ BEKİR USTA
Başka
bir zaman, bir işim için Sungurlu’ya geldiğimde, yine kuzenime, berber
dükkanına uğruyorum.
Ben
lafa başlamadan, kuzenim başlıyor.
-Kartteke
ile ilgili bir şey bulabildin mi?
-Evet,
buldum, oğlu Ekrem ile görüştüm.
-Ne
güzel.
-Ekrem’in
köyüne, Karaoğlu Köyü’ne gittik. Kartteke’den ona son bir balta kalmış, onu bana
vermedi, hatıra olarak saklıyor.
Ama sordum, Kartteke’nin bütün baltalarını Demirci Bekir Usta yaparmış.
Kuzenim o ara boş, müşterisi yok. Oturduğu sandalyeden başının arkasında duran camekanlı berber malzemesi dolabının köşesine sıkıştırılmış halde duran siyah-beyaz fotoğrafı işaret ediyor, yerinden kalkmadan ve sağ kolunu geriye atarak.
-Şu
fotoğraf 1965 yılından, sol başta ayakta duran o senin dediğin Demirci Bekir
Usta. Biz o fotoğrafta gördüklerin, mahalleden aynı akrandık.
Ayakta sol başta duran Demirci Bekir Usta, alt sırada ortadaki büyük kuzen Berber Hasan
Nasıl mutlu oluyorum o siyah-beyaz fotoğrafta Demirci Bekir Ustayı görünce.
Fotoğrafa dikkatlice bakıyorum. Oturanların ortasında duranın ise büyük kuzenim Berber Hasan olduğunu fark ediyorum.
Duygulanıyorum. Hemen Demirci Bekir Ustayı bulup onu ziyaret etmek, onunla konuşmak istiyorum.
Çok
genç yaşta vefat etti Bekir, diyor kuzenim.
Onlar üç erkek kardeşti, Bekir, Abdullah ve Sadık. Üçü de demirci ustasıydı. Üçü de şimdi hayatta değiller.
Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Kuzenim o fotoğrafı evinde değil de iş yerinde ve hep gözünün önünde bulunduruyorsa, bu işte de bir “Emanetlik” var, diye düşünüyorum. O fotoğraftakilerin anılarının emaneti büyük kuzenim Hasan’da demek ki, o yüzden o fotoğraf günün 16 saati işyerinde olan berber dükkanında duruyor.
YILMAZ GÜNEY İLE BİTİRELİM
İmralının
İnsanlarına Yılmaz Güney de dahil oldu Esat Adil’den sonra, ama Kartteke’den
önce.
Yılmaz
Güney de balta salladı orada.
Yılmaz
Güney’in İmralı Günleri’nden çok özel fotoğraflar daha sonra kitaplaştırıldı.
![]() |
Baltalı Yılmaz Güney Kartteke’yi de görseydi |
![]() |
Sözü edilen kitap DENİZ İLE GÖKYÜZÜ ARASINDAKİ TUTSAK |
Sonuç
olarak; Kartteke’nin izini bulabildim. Baltasını emanet alamadım, o oğlu
Ekrem’e kalsın.
Emanet tomurgu Bıçakçı Fevzi Ustam tarafından restore edilip, temizlenecek ve Hattuşa’daki kitaplığımda yerini alacak.
Bitirmeden,
yazıya başlamadan, yazıyı yazarken sonuna kadar hep bir türküyü dinledim.
Aşık İhsani’nin “Oduncu İlyas” türküsünü. 70’li yılların o fırtına ikliminde Oduncu İlyas’ı dinleyip de “Balta sallamayan” var mıydı acaba?
Aşık İhsani türkünün nakaratında “Arkasından baltasını biledi” dedikçe içimden baltanın taşa sürtmesi sırasında çıkan kıvılcımlar akardı. Bu yazı boyunca da öyle oldu. İçimden kıvılcımlar aktı hep.
Balta ( Oduncu İlyas )
Odun kırıcıydı, adı
İlyas’tı
Yanaştım yanına, yüzünü astı
“İşin nasıl?” dedim, bir küfür bastı
Arkasından baltasını biledi…
“Bana bak arkadaş”
dedim, dedi “ne?”
Dedim “sen bir vatandaşsın”, dedi “he!”
Dedim “kanunun var”, dedi “çekil be!”
Arkasından baltasını biledi…
Dedim “ilin nere
senin?”, dedi “Van…”
Dedim “çoluk çocuk?”, dedi “sekiz can!”
Dedim “düzelecek…”, dedi “ne zaman?”
Arkasından baltasını biledi…
Dedim “gidiş…”, dedi
“onlara göre”
Dedim “kötü mü ki?”, dedi “bin kere!”
Dedim “hak, adalet…”, “tu!” dedi yere,
Arkasından baltasını biledi…
Dedim, şu feleğin ocağı
söne
Açıldı gözleri atıldı öne
Dedim “dur bakalım”, dedi “ne güne”
Arkasından baltasını biledi…
Dedim “Amerika…” dedi
“onu sil!”
Dedim “nasıl olur?”, dedi “öyle bil”
Dedim “vatan…”, dedi “sahipsiz değil!”
Arkasından baltasını biledi…
Esat
Adil Müstecaplıoğlu’nun,
Vedat
Nedim Tör’ün,
Yılmaz
Güney’in
Demirci
Bekir Ustanın,
Aşık
İhsani’nin
Kartteke Nurettin Karaderili’nin
ruhları
şad olsun.
Hattuşa, 15 Şubat 2024