26 Aralık 2023 Salı

EMANETLER-II

 

EMANET KIRBAÇ

Çağırıram ağam gel,

Ölmemişem sağam gel,

Karabağ terlanıyam,

Gence'deyim sağam gel

Şirvan'ın yastı yolu,

Su geldi bastı yolu,

Gedirdim yar görmeye,

Azrail kesti yolu

(Karabağ mahnılarından Dursun Abinin hafızasında kalanlardan örnekler)

Anne ve baba, her iki taraftan da dedelerim 93 Harbi (Rumi 1293) olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra Karabağ’dan Gence’ye, oradan da Gence’nin Nüsüs Köyü’ne geliyorlar.

Orada fazla kalamıyorlar.

Osmanlı bizim ailemiz de dahil çok sayıda Karapapak’ı Anadolu’nun iç bölgelerine yerleştirir.

Benim dedelerim de bugün Tokat ili Zile ilçesine bağlı Süleymaniye Köyü’ne yerleşirler.

Karabağ coğrafi olarak Kafkaslar’a yakındır ve at gündelik hayatın hiç ayrılmaz bir parçasıdır. Babamın dedesi Abdurrahman dedem ta o yıllarda at cambazlığı yaparmış.

Bulduğu cins atları Karabağ’dan alıp Gence’ye, oradan da Kars-Erzurum’a kadar sürerek getirir orada satarmış.

At cambazı olmak kolay değildir.

Bir kere ata binmeyi çok iyi bileceksin.

Yetmez, atın dilinden çok iyi anlayacaksın.

O da yetmez, iyi bir süvari gibi giyinip kuşanacaksın.

İyi bir süvari demek, iyi bir eyere, iyi bir yamçıya, başta üzengi olmak üzere iyi bir koşum takımına ve hepsinden de önemlisi ve en gösterişlisi olarak “İyi bir kırbaca” sahip olmak demektir.

Çünkü atı alacak olan, ata pazarlık yapan kişi ata bir bakarsa, at cambazının kılığına kıyafetine iki bakarmış, beş bakarmış.

O coğrafyada o zamanlar herkesin giydiği ve dize kadar gelen çizmeleri saymıyorum zaten.

Ben bunları babamın babası dedem Cevat’ın anlattıklarından hatırlıyorum.

Daha çok küçüktüm, altı yedi yaşlarındaydım, Cevat dedemin anlattıkları bana masal gibi gelirdi.

Dedemin anlattıklarını dinledikten sonra hemen kalkıp ahırda bağlı duran küheylana binmek isterdim.

Dedemin küheylan* bir atı vardı. Dedemin anlattığına göre onun babasının da küheylan bir atı varmış. Babamdan duyduğuma göre dedemin babası bu atın atasını Karabağ’da bir Adige’den almış ve Anadolu’ya gelirken sürerek getirmiş. Zile’ye kadar gelen soy o Adige atın soyuymuş.

Yani dedelerim hep küheylan ve tek soydan üreme cins atlara binermiş. Bu da çok önemli elbette.

At pazarında at alıcısı önce atı alacağı cambazın atına bakarmış. Eğer cambazın atı göz alıcıysa, o zaman alıcı da alacağı ata ikna olurmuş.

Cevat dedemin atının adı Gülistan’dı ve bir kısraktı.

Bir atın adının neden Gülistan olduğunu anlamazdım.

Sonraları, üniversite yıllarımda anlamaya başlamıştım Gülistan’ın bir ata ne kadar yakıştığını.

Bir kere Gülistan Cevat dedemin karısının adıydı, yani baba tarafından nenemin, babamın annesinin adıydı.

Ama asıl Gülistan Karabağ’da bir cennet yerden alır adını.

Asıl Gülistan adı Şeyh Sadi-i Şirazi’nin ölümsüz eseri Bostan ve Gülistan’dan gelir ve Azerbaycan, İran, Karabağ ve oradan Anadolu’ya gelenlerin kızlarına verdikleri bir isimdir. Gül bahçesi demektir, gülistan.

Bütün bunları, Gülistan şehrini, Şeyh Sadi-i Şirazi’yi öğrendikten sonra dedemin atının adının neden Gülistan olduğunu daha iyi anlıyordum.

…/…

Dursun Tipici Abim böyle anlatıyordu dedelerini ve Zile’nin Süleymaniye Köyü’ne yerleşme hikayesini.

Dursun Abiye dedesinden kalan Gülistan’ın koşum takımlarını soruyorum.

Hiçbir şey kalmadı, diyor.

“Hayal meyal hatırlıyorum, Gülistan’ın eyerinin kaşı gümüşten, kaltağı geyik derisindendi. Ben onların gümüş ve geyik derisi olduğunu o yallarda bilemem elbette, ama hep konuşulduğu için hafızamda yer etmiş anlaşılan.”

…/…

O Gülistan ile ilgili olarak dedelerinden sana “Emanet” ne var, diye soracak oluyorum Dursun Abiye, konuşamıyor, sadece yutkunuyor.

…/…

08 Ocak 2023, Pazar

Yedikule’den – Rumeli Feneri’ne Avrupa Yakası Kale ve Tabyalar Şehir Gezimizin sonunda Dursun Abi o gün geziye katılan herkesi Fındıkzade’de bulunan ofisinin terasına davet ediyor.

Hep birlikte Fındıkzade’ye gidiyoruz.

Dursun Abi terasta mangalı hazırlamış, masalarda kuş sütü eksik sadece.

Ancak dışarıda rüzgar var ve hava soğuk.

Terasta durmak imkansız. Küçük de olsa Dursun Abinin çalışma odasına doluşuyoruz, herkes ayakta.

Sohbet güzel.

Sohbetin sonunda Dursun Abi elinde beze sarılı bir şey getiriyor.

“Dedemler iyi ata binerdi, cins atları vardı. Onlardan kalan çok sayıda değerli eşyaya ne yazık ki sahiplik yapıp, koruyamadım.

Ne bulduysam köşe bucak saklamaya çalıştım, ama olmadı.

Söz konusu at olunca dedelerimden elimde sadece bir şey kaldı.

Ne yapacağımı düşünürken akılıma Mihmandarımız Recep Bey geldi.

İşte elimde beze sarılı olan şeyi biraz sonra çıkaracağım ve onu kıymetini bilecek Dostumuza, Mihmandarımıza hediye edeceğim.”

Dursun Abinin bu sözleri karşısında ne diyeceğimi bilemeden heyecan ve gururla bekledim.

Belli ki Dursun Abi kuşaklar boyu kendisinde “Emanet” duran bir şeyi bana verecek, aslında bana emanet edecekti.

Heyecanla Dursun Abinin elinde beze sarılı şeyin ortaya çıkmasını bekliyorum.

O heyecanı sadece ben değil, o gün o ofiste bulunan herkes yaşıyor.

Dursun Abi bezi bir ucundan açmaya başlıyor. Bezin tamamı açıldığında ortaya bir kırbaç çıkıyor.

Dursun Abi dedelerinden atla ilgili, Gülistan ile ilgili olarak kendisine emanet kalan son eşyayı eline alarak anlatıyor.

Bu bir kırbaç.

Kırbacın deri kulaklı ucu çok yıpranmış. Söğüt dalına örülmüş ince sırımın başında savatlı bir gümüşten sapı var.

Sapın ucuna ele geçirmek için gümüşten bir zincir halka bağlanmış.

Çok eski bir parça, benim için ne kadar kıymetli ve emanet olarak almak ne büyük bir sorumluluk.

Dursun Abi kırbacı bana veriyor orada bulunanların huzurunda.

Dursun Abi aslında o kırbacı bana “Emanet” ediyor.

Çok duygulanıyorum. Bunu alamayacağımı söylesem de Dursun Abi kararlı, kırbacı bana gönül rahatlığıyla veriyor.

Kısa bir konuşma yapıyorum ve kırbacı alıyorum.

Eve, Hattuşa’ya varmam vakit alıyor. Ancak o ayki geziler bittikten sonra, yani Ocak ayından sonra dönebiliyorum Hattuşa’ya.

…/…

KIRBACIN RESTORASYONU

Hattuşa’ya varır varmaz kırbacın restorasyonu ile ilgileniyorum.

Bizim bir Fevzi Ustamız var. İki ayağı da sakat, tekerlekli sandalyeye mahkum, ama hayata asla küsmemiş, her gün köyünden kalkıp Sungurlu’ya gelerek dükkanını açan, akşamları da tekrar köyüne dönen birisi Fevzi Usta.

Fevzi Usta aslında ağaç oymacı ve hatırı sayılır güzel eserler çıkarmış, ama bundan hiç söz bile etmiyor mütevaziliğinden.

Yani sanat ve zanaat bir arada Fevzi Ustamda.

Ama Fevzi Ustam bıçak yapıyor, işin tam “Usta malı” diyebileceğimiz cinsinden.

Fevzi Ustam yapmış olduğu bıçaklara, kamalara vaketa deriden usta malı kılıflar da dikiyor.

Yani kırbacın çok yıpranmış, neredeyse kopmak üzere olan kulaklı ucunu ancak Fevzi Ustam restore edebilir.

Fevzi Ustam, Hattuşa’dan kardeşim Bekir ve ben oturup çizimler, malzeme, montaj gibi konuları tartışıyoruz.

Sonunda ortaya çok güzel bir şey çıkıyor, kırbacın kulaklı ucu restore ediliyor ve denemek için avuç içlerimize vuruyoruz, kırbacın kulakları şaklıyor.

Harika.

Kırbacın kulakları tamam. Geriye kırbacın iyice kararmış olan savatlı gümüşten sapını parlatmak kalıyor.

Bekir kardeşim tanıdığı bir gümüşçü olduğunu söylüyor ve Fevzi Ustama teşekkür ederek gümüşçüye gidiyoruz.

GÜMÜŞÇÜNÜN DERVİŞANE HALİ

Adının Yakup olduğunu söyleyen ve çelebi haliyle bir esnaftan ziyade bir Mevlevi dervişi olduğu izlenimi veren bu genç adam yıllarca Kapalı Çarşı’ da iyi ustaların yanında çalıştığını ve bu sene buraya, Sungurlu’ya gelmeye karar verdiğini söylüyor.

Nedenini, niçinini sormuyorum.

Yakup Usta’ya kırbacı gösteriyorum ve savatlı gümüşten sapını parlattırmak istediğimi söylüyorum.

Usta eline aldığı kırbacın savatlı gümüşten sapına daha yakından bakıyor. Yüzündeki mutluluğu hemen fark edebiliyorum.

Usta sanki tarihin derinliklerinden mesaj getiren bir nesneye dokunmuş gibi hissediyor kendini.

Yakup Usta büyük bir titizlikle ve hiç acele etmeden kırbacın savatlı gümüşten sapını parlatmaya başlıyor.

Yılların karalığını üzerinde bir tortu gibi taşıyan gümüşten sap parladıkça kendisini göstermeye başlıyor.

Nihayet ortaya çıkan şeye bakmaya bile kıyamıyorum.

Sapın topuz kısmında biraz çökmeler var, ama olsun, fark edilmiyor bile.

Bu çökmeleri de restore etmek mümkün, ama bana vakit vermeniz lazım, diyor Yakup Usta.

Buna gerek olmadığını söylüyorum ustaya.

Borcumuz nedir, diyorum.

-Ne borcu Abi?

-Olur mu ya?

Yakup Usta belli ki yaptığı işin karşılığında para almayacak. Ama bunun bir karşılığı olmalı, diye geçiriyorum içimden.

Karşılık yine Yakup Ustadan geliyor.

Siz bana bu işi getirmekle, elime bu en az 150 yıllık savatlı gümüşten işi vermekle beni öyle mutlu ettiniz ki. Böyle bir işe dokunmanın bedelini ben hiçbir şeyle ölçemem. Ne sizden alacağım ücret ne de başka bir şey.

Böyle sanatkarane yapılmış ve işlenmiş bir şeye kaç kişi, kaç gümüşçü dokunabilir ki? Kaç kişinin böyle bir şansı vardır?

Yakup Usta’nın söyledikleri karşısında dilim tutuluyor.

Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Karşımda mesleğinin dervişi halinde bir insan görüyorum.

Söyledikleri sanki bir kutsal metinden alınma gibiydi.

Bütün bu işleri sadece bir dokunuş karşılığında yapan Yakup Ustaya saygı duyuyorum, böyle insanların hala var olduğunu bilmek beni çok mutlu ediyor.

Yakup Ustaya kırbacın 150 yıllık bir tarihi olduğunu ve Karabağ’dan geldiğini söylüyorum.

Yakup Usta bunun üzerine savat işleme tekniğinin Vanlı Ermeniler tarafından bulunmuş olduğunu, bütün dünyaya oradan yayıldığını ve bu kırbacın sapının da muhtemelen Ermeni bir savat ustası tarafından yapılmış olduğunu söylerken, kırbacın sapındaki gümüşün de en az 1000 ayar olduğunu, artık 1000 ayar gümüş bulunmadığını ve bu ayarda bir gümüşün nasıl bu kadar güzel işlenmiş olduğuna hayran kaldığını belirtiyor.

Yakup Ustama çok teşekkür ederek dükkandan ayrılıyoruz.

…/…

EMANETİN YERİ

Dursun Abiden aldığım emanetin emaneti gümüş saplı ve restore edilmiş kırbacı Hattuşa’ya, evime getiriyorum.

Onu bir duvar halısının üzerine ve Bekir kardeşimin bana hediyesi olan ve dedelerinden kalma, en az 100 yıllık, ağızdan dolma bir çifte tüfeğin yanına asıyorum. Bu arada tüfeğin restorasyonunu da Fevzi Ustama borçlu olduğumu mutlaka belirtmem gerekiyor.

SON SÖZ

Emanetler seri yazısının üçüncüsü de yazılacak.

Bana ikinci bölümü yazmama vesile olan Dursun Abime, onun dedelerine, Gülistan Hanım’a, Fevzi Ustama, Yakup Ustama, Bekir Kardeşime çok teşekkür ediyorum.

Bir asırdan uzun bir zaman önce bu emanetleri bırakmış olanların ruhları şad olsun.

Dursun Abi emanetinin en iyi şekilde muhafaza edileceğinden emin olabilir. Her emanet gibi, Dursun Abi ne zaman isterse emanetini benden geri alabilir. Bekir Kardeşim de elbette.

Son söze son bir mahnı daha ilave ediyor Dursun Abi çocukluğunun hafızasından ve annesinin en çok sevdiği:

Karabağ’da bağ olmaz,

Kara salkım ağ olmaz,

Komşu kızı sevenin

Yüreğinde yağ olmaz.

Dursun Abi atalarından kendisine kalan son bir parçayı, Çarlık Rusyası döneminde imal edilmiş olan semaveri ise gözü gibi koruyor, onu kimseye emanet vermeye niyeti yok.


Şeyh Sadi-i Şirazi Bostan ve Gülistan Divanı’nın[1] girişine yazmış olduğu KİBAR KELAM ile son sözü de söylemiş olalım.

Kibar Kelam

Doğru tasavvur et, iyi hisset, yanılma, aklanma,

iş tecrübe edilmiş bilgidedir, nasihattedir, doğrudadır,

bunları ve doğruları şaşar sanma.

otururken, okurken, dinlenirken, yürürken, konuşurken,

uyurken, gülerken, yerken, içerken

EDEBLİ OL YAHU!

EDEP YAHU!

EDEP YAHÜ!

EDEP YAHU!

Edepsizde edep olmaz yahu ya hü!

YA HÜ!

YA HÜ!

*) Küheylan Kelime Kökeni

Arapça kḥl kökünden gelen kuḥaylān كحيلان  "soylu Arap atı" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça kuḥayl كحيل  "siyaha boyanmış, sürmeli" sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcük Arapça kuḥl كحل  "antimon, siyah boya, sürme" sözcüğünün küçültme halisidir. alkol maddesine bakınız.  

Van işi, Van damgalı savat işçiliği olan gümüş bir tabaka (Rumi 1324-1908 damgalı)

Savat Gümüş İşlemeciliği – Van

Tür: El Sanatları

Açıklama:

Savat, gümüş işlemeciliğinde bir süsleme sanatıdır. Savat ustası tasarladığı şekli, sanatını koyacağı gümüş eşyanın üstüne kurşun veya sabit kalemle çizer.

Bu şekil, Van Kalesi, Akdamar Kilisesi, Hoşap Kalesi olabildiği gibi, kedi, at gibi figürler de olabilir. Çizilen taslağın üstüne usta, çelik uçlu kılcal kalemle büyük bir titizlikle ince kanallar açar. Bir ölçü gümüş, dört ölçü bakır, dört ölçü kurşun ve biraz da kükürt, 750 derecelik ısıda karıştırılarak savat adı verilen alaşım elde edilir. Ancak her savat ustasının kendine has bir ölçüsü olduğu söylenmektedir. Daha sonra savat soğumaya bırakılır.

Soğuyan kütle toz haline gelinceye kadar önce örs üzerinde, daha sonra havanda dövülür. Elde edilen savat, gümüş eşya üzerinde daha önce açılmış olan kılcal kanallara iki yolla sürülür. Ya yemeğe tuz eker gibi serpilir ya da boraks ile sulandırılarak çamur haline getirilen savat, boşluklara sıvanarak doldurulur. Sonraki aşamada yapılan iş, mangal ateşine tutulur. Isının etkisiyle tekrar eriyen savat, boşluklara iyice nüfuz eder. Bu aşamadan sonra soğuması için bekletilen savat, cilalanarak kullanıma hazır hale gelir. İyi savat, her geçen gün daha fazla parlar.

Savatın kökeni Urartular’a kadar gider. Van civarında, Romalılar'dan günümüze kadar gelmiş bir süsleme sanatı olan savatın yereldeki adı “sevad”tır. İdeal olan 950 ayar gümüşe savat yapmaktır. Osmanlı Döneminde 900 ayar gümüşe tuğra vurma yetkisini, İstanbul ile birlikte Van Vilayeti savat işlemeleri sayesinde almıştı. 1915 öncesi Van’da 120 savat işleme atölyesi varken, 1915’ten sonra bu atölyeler birer birer kapanmıştır.

1915’li yıllar öncesi Van’da bulunan 120 savatlı gümüş işleme atölyesinin her birinde 5 kişinin çalıştığı tahmin edilmektedir. Söz konusu yıllarda Van’da, savatlı muskalıklar, hamayiler, gerdanlıklar, saç tokaları, saç bağları, tepelikler, bilezikler, yüzükler ve kemerler vazgeçilmez takılar olarak yer almıştır. Yine o dönemlerde bütün saraylarda, hanlarda ve zengin kesimin evlerinde bulunan savatlı gümüş süs eşyaları ile erkeklerin kullandıkları tütün tabakaları ve enfiyelikler Van’da üretilmiştir. Savatlı gümüş işlemeciliğinin çok iyi yapılmasından dolayı “Van” damgalı gümüş eşya ve takı fiyatlarının diğer bölgelerde üretilenlere oranla 3 kat fazla olduğu bilinmektedir. Hatta bazı rivayetlerde Osmanlı Dönemi'nde İstanbul’da çalışan kuyumcu kalfalarının ustalığa terfileri söz konusu olduğunda, Van’dan giden kuyumcu ustalarının sınavına tabi tutuldukları, bu sınavı geçtikten sonra ustalığa kabul edildikleri söylenmektedir. Savat işleyen sanatkar eserinin üzerine imza atmazdı. Bu imza atmama geleneği “yaptırana şükür” diyerek Allah’a şükredip, yaptığı eserde bir ayrıcalık görmeme tevazusundan kaynaklanırdı. (Kültür ve Turizm Bakanlığı-Türkiye Kültür Portalı-Kültür Atlası)

 

Dursun Abinin Fındıkzade’deki ofisindeyiz

Restore edilen kırbacın dilli ucu


Parlatılan savatlı gümüşten sap

Kırbacın duvar halısındaki yeri

Sapta savat işleme detayı 


Dursun Abinin dedelerinden emanet kırbaç ile Bekir Kardeşimin dedelerinden emanet ağızdan dolma tüfek yan yana Hattuşa’daki evimin duvarında.




[1] Bostan ve Gülistan-Şeyh Sadi-i Şirazi-Çeviri:Şemsettin Yeltekin-Araf Yayınları-2014-İkinci Baskı