İnsanları söyledikleriyle ayırmış olsaydık, ilk ayıracaklarımız belki de en çok bildiğimiz sözlerle bağlantılı olurdu.
“Düşünüyorum, o halde varım.”
“Bir ırmakta iki defa yıkanılmaz.”
“Veni Vidi Vici”
“Geldikleri gibi giderler.”
Bu sözleri ve daha başkalarını biliriz, kimin söylediğini de, ancak bazen sözlerle
söyleyenler karışır.
“Nasıl olur, o kişi bu sözü asla söylemiş olmaz veya o söz ona ait olamaz,” deriz.
Sözlerle söyleyenlerin karışması; sağdan olan
birisinin sol söylemi veya tam tersi veya solda olan birisinin sözlerinin en
çok sağ tarafta okunması şeklinde olurken biz önyargısız bakmayı, okumayı ne
kadar becerebiliyoruz?
Türkiye Komünist Partisi ilk merkez komitesi köylü üyesi Halil Yalçınkaya’nın biyografisini Komünist Partili birisi yerine neden ülkücü bir akademisyen yazar?
İdris Küçükömer neden “Türkiye’de sağ soldur,
sol da sağ” demiştir?
Kendi sesinden şiirleri olmayan Atilla İlhan’ı şiirlerini ilk ve son kez CD’ye okumaya ikna eden araştırmacı sağda mıdır?
Sağın ve muhafazakar kesimin çok okuduğu, bildiği Necmeddin Okyay’ın anti-emperyalist ve ata yadigarını koruma mücadelesi söylemi kendi cenahında neden fark edilmez?
Eyüboğlu kardeşlerin kız kardeşi Mualla Eyüboğlu’nun tanınmış sosyalist bir ses sanatçısı hakkında anlattıklarına sol cenahın kulakları neden tıkalıdır?
Aynı ses sanatçısının çok da güzel söylediği Sivastopol Marşı ile Ankara’nın Taşı’na Bak türküsü sol cenahta neden ilgi görmez?
Yıllarca solda durup devrimci oyunlar sahneleyen bir tiyatrocu büyük sermayenin koyduğu tiyatro ödülünü neden alır? Sahip olduğu mülkleriyle tarihi bir iş hanında yapmak istediklerini gerçekten bilen var mı?
“Ben sazımla Allah’a sizden daha yakınım,” diyen ve müezzinlik de yapan Kütahya türkülerinin babası kimdir?
O kadar çok uzatabiliriz ki bu çelişki gibi
görünen gerçekleri.
Bütün bunlara bir tür “Paradoks” da diyebilir
miyiz?
Öyleyse birinci paradoksumuzu yazalım.
İDRİS KÜÇÜKÖMER PARADOKSU
Neredeyse “At izi it izine karıştı” diyeceğimiz
şeyler çıkar karşımıza, ama ön yargısız olmak zorundayız.
Altmışlı yılların ikonu sayılan 68 Kuşağı için
moda disiplin “İktisat” olurken, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi de en
gözde okullardan birisi oluyordu.
Fakültenin en tanınan hocalarından İdris Küçükömer “Düzenin Yabancılaşması” kitabını yayınladığında “Türkiye’de solun sağ, sağın sol” olduğunu söylüyordu. Türk aydınını bir anda bellek kaybına uğrar gibi olurken, bilinen ezberler mi bozuluyordu acaba?
Bizi burada ilgilendiren konu, sola yakınlığı
bilinen İdris Küçükömer’in adeta sağın teorisyeni gibi sözler söylemesidir.
Yalçın Küçük kendisinin yetişmesinde üç büyüğüm dediği aydınlardan birisi olan İdris Küçükömer’in bu çıkışını yine 68 Kuşağı’nı yaratan tezle açıklamaya çalışır. “Bunlardan birisi, söz uygunsa ‘Sol’ patlamanın, aydınları ve pek çok bilim adamını hazırlıksız yakalamasıdır.”
Diğer iki büyüğünün ise Doğan Avcıoğlu ve Sencer Divitçioğlu olduğunu söyleyen Yalçın Küçük İdris Küçükömer’in sağ/sol paradoksunu aşağıdaki tabloda özetlemeye çalışır.
Mondros Mütarekesi maddeleri gereği İstanbul işgal altındadır. İngiliz ve Fransız donanmasının zırhlı gemileri Boğaz’a girmiş ve toplarını Dolmabahçe Sarayı’na çevirmişlerdir.
O sırada, aynı gün Adana’dan trenle Haydarpaşa
Garı’na gelen ve garın limanında demirli “Kartal” isimli buharlı bir bota
binerek Galata’ya doğru hareket eden Mustafa Kemal’in işgal gemilerini görünce
yaveri Cevat Abbas’a söylediği söz Kurtuluş Savaşı’nın işaret fişeği olur
adeta.
NECMEDDİN OKYAY PARADOKSU
O sıra, yine aynı gün başka bir yerde ve başka
bir kişi daha benzer bir söz söyler işgalcilere karşı.
Ama bu söz onun cenahından olan bir başka kimse tarafından bir daha asla söylenmediği gibi açık veya gizli olarak işgale sevinenlerin olduğunu bile artık biliyoruz.
Şimdiki adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi olan dönemin Devlet Güzel Sanatlar
Akademisi’nde Aziz Nesin’in de hocası olan Necmeddin Okyay da benzer bir sözü
kendi yarattığı ebrulu hat sanatı örneği üzerine yazar.
Mısır Çarşısı’ndan almış olduğu yazı ve ebru malzemeleriyle karşıya, Üsküdar’a, oradan Toygar Tepe’deki evine gitmeye çalışan Necmeddin Okyay gördükleri karşısında kahreder. Hezarfen Necmeddin Okyay evine gelir gelmez hemen aşağıdaki ölümsüz eserini hazırlar ve yazısını yazar:
“Bu da geçer ya hu”
Aradan beş yıl geçer, işgal ordularının zırhlı gemileri 2 Ekim 1923 günü İstanbul’dan ayrılırlar. Necmeddin Okyay bu kez mutludur. Boğaz’ı gören evinin balkonuna oturur ve aşağıdaki eseri yazar:
Necmeddin Okyay Vakıflar İdaresi’nin Fatih’in kemankeşler (Okçular) için vakfettiği Okmeydanı’nı satmaya çalışması karşısında tek başına mücadele eder.
Bizim de İstanbul’un Taşları Şehir Gezimizde gidip gördüğümüz sayısız nişan ve menzil taşının bulunduğu Okmeydanı bugün ne haldedir biliyoruz. Okmeydanı’nda bulunan Okçular Tekkesi ve bu taşlar içler acısı haldeyken “Ecdad” torunları olduğunu iddia eden Okçular Vakfı bütün bunları görmezden gelmektedir. Eskisiyle yenisiyle bütün bir koca şehir rant alanına dönmüştür.
“İstanbul işgal altında iken Okmeydanı’nı Evkaf satmıya kalkıştı. Müdir-i Umumumiye gittim, satamazsınız, orası benimdir diye haykırdım. Koskoca Okmeydanı senin nasıl olur? dedi. Anlattım: Fatih İstanbul’u alınca bu meydanı kemankeşlere vakfetmiştir. Vakfiyede der ki: ‘Bu mahal bağ, bostan edilmesin, buralarda davar ve keçi sürülmesin, kerpiç ve tuğla yapılmasın, tırnaklı hayvan gezdirilmesin, çamurlar, pislikleri Haliç sularını kirletmesin, havasından kuş uçmamasına itina edilsin, kemankeşlere tahsis edilsin, onlar ok atsınlar, sürürü neşat bulsunlar da temaşasıyla tesiri uyun etsinler.’ Vakfiyesini, kayıtların bulup Şurayı Devlet’e müracaat ettik, hak kazandık.”
…/…
Necmeddin Okyay eski personel kanununa tabi olduğu
için emekli maaşı alamamakta ve zor geçinmektedir. Ne kendi cenahından ve
vakıflardan ne de alim-ulemadan Necmeddin Okyay’a hiçbir maddi destek gelmez.
Destek yine karşı cenahtan, bir dönem dinsizlikle suçlanan bir bakandan gelir.
HASAN ALİ YÜCEL PARADOKSU
“Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki görevinden 1948 yılında emekli olan Necmeddin Okyay, eski personel kanununa tabi olduğu için emekli maaşı alamayan az sayıdaki hocadan biridir. Bu mağduriyetin giderilmesi için, dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in başlattığı bir uygulamayla, her ay 178 lira karşılığında bir eserini akademiye vermeye başlar ve böylece 1960 yılı sonlarına kadar 150’nin üzerinde yazısı Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde toplanır.”
Paradoks gibi görünse de bu bilgi de her iki
cenahta da yayınlanmaz.
Sol cenah hat, ebru vb sanatlara ve sanatçılara ilgisiz, kayıtsız kalırken, sağ ve muhafazakar kesim böyle bir desteği ve bu bilgiyi yok sayar.
Aynı zamanda çok iyi bir ciltçi olan ve 1927 yılında yayınlanan Nutuk’a biri diğerine benzemeyen cilt desenleri uygulayan Necmeddin Okyay’ı Kemalist cenahtan kaç kişi tanır, bilir acaba?
“Reisicumhur Mustafa Kemal’in, Halk Fırkası’nın İkinci
Kurultayı’nda, 1927’nin 15 ile 20 Ekim günleri arasında aralıklarla 36 saat 31
dakika boyunca okuduğu ve Samsun’a çıkışından itibaren Millî Mücadele’nin
safhalarını anlattığı “Nutuk”un 1927’de iki farklı baskısı yapılmış, az sayıda
lüks kâğıda basılan nüshalar protokole dağıtılmış, diğer baskılar satışa
çıkartılmış ve satıştan elde edilen gelir Türk Tayyare Cemiyeti’ne
bırakılmıştı.
1883 ile 1976 arasında yaşayan, döneminin önde gelen hat,
ebru ve cilt üstâdı Necmeddin Okyay, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatı ile özel
baskılardan 15 adedinin metin kısmıyla belgelerini ayrı ayrı deri cild yapmış,
ön ve arka kapaklardaki motifler için Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilen eski
yüzyılların kitaplarındaki kalıpları kullanmıştır. Nutuk’u tamamlayıcı
mahiyetteki haritaları da arka kapakların iç kısımlarına yerleştirdiği zarflara
koymuş, ve bu zarfları “Necmeddin ebrusu” denen kendi ebrularından imal
etmişti.
Mustafa Kemal, Necmeddin Efendi’nin icazetli talebesinden
olan hat üstâdı Prof. Uğur Derman’ın anlattığına göre, bu 15 adet deri cild
için Necmeddin Okyay’a yüksek bir ücret ödemiş ve Necmeddin Efendi bu meblâğı
çok önemli bir işe harcanmıştı:
O günlerde İstanbullu bir ailenin elinde, İkinci Bayezid
devrinde yaşayan ve Türk hattının en büyük isimlerinden olan Şeyh Hamdullah’ın
yazdığı bir Kur’an vardır, aile bu Kur’an’ı satmak istemektedir ve Necmeddin
Okyay, Mustafa Kemal’den gelen para ile bu Kur’an’ı satın almıştır.
Nutuk’un ciltlenmesinden elde edilen meblâğ karşılığında sahip
olunan ve hat tarihimizin çok önemli eserlerinin başında gelen Şeyh Hamdullah
imzalı bu Kur’an şimdi Topkapı Sarayı’nda muhafaza ediliyor...”
![]() |
Cildini ve mahfazasını Necmeddin Okyay’ın yaptığı Mustafa Kemal Paşa’ya ait Nutuk |
![]() |
Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya ait Nutuk’un mahfazasına altınla yazılmış “G.M.K.” anteti. |
Bize paradoks gibi gelenler aslında bir tür “Kalıplarından çıkma, sıyrılma” değilse nedir?
İnsan kendi kalıplarından bir kere çıkmaya görsün, yaptığı, söylediği, yazdığı hep bir paradoks gibi gelir.
HİSARLI AHMET PARADOKSU
Kütahya türkülerinin babası sayılan Hisarlı
Ahmet bize muazzam bir türkü dağarı bırakmıştır.
Namazında
niyazında birisidir Hisarlı. Müezzinlik sınavında ondan sazı-sözü bırakması
istenir.
“Babam namazında, niyazında idi. Zaman zaman yakın camilerde
ezan okur veya sala verirdi. Hatta bir ara müezzin olmak için sınava girdiğini,
kazandığını ancak imtihan heyetinin ‘Ahmet A, artık sazı sözü bırak’
dediklerinde ‘Ben Allah’a sazımla sizden daha yakınım. Siz kendinize bakın’
diyerek kapıyı hızla çarptığını, kızarak ve üzülerek anlatırdı.”
Müezzinlik yapan birisinin sazında sözünde olması paradoks gibi görünür kendi cenahına.
…/…
Akademisyen, Prof. Dr. Orhan Yılmaz kendi köylüsü olan Halil Yalçınkaya’nın biyografisini yazmasaydı belki de koskoca Türkiye Komünist Partisi tarihi eksik ve güdük kalacaktı.
Orhan Yılmaz ülkücü bir akademisyendir. Ancak bilim namusuyla kaleme aldığı bu biyografi kitabı için Mihri Belli, Rasih Nuri İleri ve Vedat Türkali gibi o dönemin yaşayan eski tüfeklerinin evlerine kadar gider, uzun saatleri bulan ikili görüşmeler yapar. Ülkücü Orhan Yılmaz’ın yaptığı ve yazdığı hem onun hem de onun karşı cenahı için bir paradokstur.
DR. ORHAN YILMAZ PARADOKSU
Kendisine “Ülkücüyüm” diyen kaç
kişi veya akademisyen kendi köyünden çıkan komünist bir ünlü ile gurur
duyduğunu söyleyebilir?
Orhan Yılmaz köylüsü Halil Yalçınkaya ile gurur
duyduğunu söylüyor.
“Köyümüzden, Türkiye’nin ilk komünistlerinden birinin çıkmış olması, bana ancak gurur verirdi.”
Orhan Yılmaz Rasih Nuri İleri ile görüşmeye giderken tedirgindir. “Böyle ünlü bir komünistin, benim gibi ülkücü bir camiadan gelen birisini; evinde tenha bir ortamda kabul etmeyeceğini düşündüm.”
Orhan Yılmaz tam olarak tarif edemese de Doğan
Apartmanı olduğunu bildiğimiz yerde Rasih Nuri İleri ile buluşur. Ancak
tedirginliği hala devam etmektedir.
“Kapıyı çaldım. Kapıyı ufak tefek,
yaşlı bir beyefendi açtı. Bu kişi Rasih Nuri Bey idi. Çok kibar bir ses ile
beni içeri davet etti. Salona geçtik ve oturduk. Ben ilk dakikaları,
yanımızdaki odalardan birinde bekleyen bir “hazır kıta” olup olmadığını içimden
düşünmekle geçirdim.(s.15)
İlerleyen dakikalarda bütün
endişelerim gitti. Burası Rasih Nuri Bey’in evi idi ve evde yalnızdık.(…) 85
yaşındaki bir kişi, benim gibi bir ülkücüyü evine yalnız başına davet etmekte
bir sakınca görmemişti.(s.15)
(…)
O ve müteakip bütün görüşmelerimizde, 85 yaşındaki bu beyefendi kişi; benimle konuşurken, asla “sen” zamirini kullanmadı. Bana hep “siz” diye hitap etti.” (s.15)
Orhan Yılmaz Rasih Nuri İleri’nin aracılığıyla
Mihri Belli ile temas kurar ve Paris’e giderek Mihri Belli ve Eşi Sevim Tarı
ile görüşme yapar.
Görüşmenin bir yerinde Mihri Belli Orhan
Yılmaz’a Cengiz Ayhan adlı bir ülkücüyü tanıyıp tanımadığını sorar.
“Mihri Bey ile sohbetlerimizin birinde, ‘ Cengiz Ayhan isimli ülkücüyü tanıyıp tanımadığımı’ sordu. İsmini duyduğumu ama tanışmadığımızı ve niçin sorduğunu sordum. Cengiz Ayhan’ın kendisini silahla vurduğunu ve öldürmeye teşebbüs ettiğini söylediğinde utancımdan yerin dibine geçtim.”
Mihri Belli’nin eşi de görüşmede çok samimidir.
“Hele ‘Aaaaa!... Kırk yıl düşünsem evime bir ülkücünün geleceğini tahmin etmezdim!...’ diye şaşkınlığını belirten Sevinç Belli (Tarı) Hanımefendi’nin açık sözlü şaşkınlığını da bugünkü gibi hatırlıyorum.” (s.17)
Paradoks gibi gelen bilgiler, ziyaretler bitmez.
Orhan Yılmaz Vedat Türkali’nin cenazesine de
katılır.
Sol cenahın kendi içinde bile bu kişilerle
görüşmek istemeyen, cenazesine gitmek istemeyenler olduğu bilindiğinde Orhan
Yılmaz’ın davranışı paradoksal bir davranış mıdır yoksa bilim namusu ile
yapılan bir çalışma mıdır?
Orhan Yılmaz’ın yayınlamış olduğu kitap TKP
arşivinde yerini aldı mı acaba? Ya da TKP’liler tarafından alınıp okundu mu?
İyi şeyler düşünmekle yetiniyorum.
…/…
Gezi Parkı Olayları sürecince Ankara’da hayatını kaybeden Ethem Sarısülük’ün babası Muzaffer Sarısülük TRT’de yapımcı ve yönetmen olarak uzun yıllar çalışmış, genç denecek yaşta hayatını kaybeden Servet Somuncuoğlu ile askerlik arkadaşıdır.
SERVET SOMUNCUOĞLU PARADOKSU
Ethem Sarısülük’ün öldürülmesi sol cenahta hep
gündemde kaldığı halde, onun babası Muzaffer Sarısülük’ün anlatıldığı Gallemit
kitabı ne bilinir ne de okunmuştur.
Oysa Ethem Sarısülük tam da babasının o kitapta söylediği, düşlediği, anlattığı bir dünyayı savunuyordu.
Servet Somuncuoğlu Japonya’dan Ankara-Güdül-Salihler
Köyü’ne kadar olan bir coğrafyada damgaların peşinden giderek Türk soylu izleri
arıyordu yıllardır.
Türk soylu izlerle ilgili çok önemli ve yüksek
düzeyde belgesel filmler çeken, kitaplar hazırlayan Servet Somuncuoğlu sol
cenahta pek tanınmaz, tanıyanlar da onu Türkçü-Ulusalcı olarak tanır.
Oysa Ethem Sarısülük’ün babası Muzaffer Sarısülük Hocayı sadece Servet Somuncuoğlu yazabilmiştir. Çünkü Muzaffer Hoca sadece “Gallemit” diye isim taktığı Servet Somuncuoğlu’na açabilmiştir yüreğini ve felsefi konuşmalarını.
Ethem Sarısülük öldürüldükten sonra Gallemit
kitabı yeni bir baskı ile başka bir yayınevinden çıkar. “Taze acının üzerine
kitap çıkarmak yakışık almaz” diyen Servet Somuncuoğlu yeni baskı yapan
kitabının sunuşunda şunları yazar o dönemde benzeri görülmemiş bir vicdanla.
“Ulu Kam’ı dağlayan kurşun, vicdan
sahiplerinin yüreğini kanatmalıydı. Kasten sıkılan o hain kurşuna herkes lanet
etseydi kahpe devr-i devran bu kadar pervasız dönmeyecekti.”
Ethem Sarısülük ölümüyle tanınır oldu. Öyle
olmamalıydı. O, Servet Somuncuoğlu’nun demesiyle Ulu Kam’ın, Muzaffer
Sarısülük’ün oğlu olmasıyla tanınır olmalıydı aslında.
Muzaffer Hoca kendisini şöyle anlatır
Gallemit’te:
“’Çok küçük yaşta evlendim. Beş çocuğum var. Hepsini seviyorum. Şüphesiz onlar da beni seviyor. Fakat yaşam tercihim farklı olacak. İlkel yaşama çekilecek ve duygusal zekaya döneceğim. İnsan gibi yaşamak istiyorum ben. Entelektüel zeka insanlığın sonunu hazırlıyor. Savaş denildiğinde kanım donuyor, ama insanlar savaştan vazgeçmiyor. Ben kendime ait belirlediğim dünyaya döneceğim. Bu benim seçimim. Herkes bir şeyler diyecek, kim ne derse desin umurumda değil. Ben kendim gibi, insan gibi yaşayacağım. Plastiğe dokunmadan yaşamak istiyorum. Çekileceğim…’”
Beş çocuğundan birisi Ethem idi, hedef gözetilerek vuruldu, öldürüldü.
Ethem anısına alınıp okunurdu belki bu kitap.
Olmadı. Kim bilirdi Gallemit’te ne yazıyor? Ulu Kam kimdir? Muzaffer Sarısülük
adı hiçbir yerde geçmez ki. Ama merak eden bulabilirdi.
Kitabı buldun ve okudun diyelim, basan yayınevi de tam bir paradoksu yansıtır. Sağ-muhafazakar-entellektüel eserler basan bir yayınevidir. O halde çizelim üstünü bir kalem anlayışıyla yaklaşan karşı cenah sadece Ethem Sarısülük’ün öldürülmesine güzellemeler dizer.
Tesadüf müdür bilinmez, Ethem’in ölümünden sadece 55 gün sonra, Muzaffer Hocanın ona yakıştırdığı adla Gallemit Servet Somuncuoğlu da hayatını kaybeder.
…/…
Mualla Eyüboğlu Bedri ve Sabahattin Eyüboğlu
kardeşlerin küçüğü, kız kardeşleridir.
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. Köy Enstitülü yıllarda neredeyse bütün enstitü binalarının mimarisinde imzası bulunmaktadır.
O yıllarda Mualla Eyüboğlu’na yapılanlar başka bir yerde ve başka bir zamanda her hangi bir kadına yapılmış olsaydı, yapan kişi kim olursa olsun cezasız bırakılmaz ve mensup olduğu toplumdan hemen dışlanırdı.
…/…
SÜHEYL ÜNVER PARADOKSU
Süheyl Ünver’in bize bıraktığı mirası zenginliği
ne ölçülebilir ne de tartılabilir. Geride bıraktığı çok sayıda basılı eserin
yanında sayıları beş bine varan defterleri hala çözülmeyi ve yayınlanmayı
bekliyor.
Genellikle sağ ve muhafazakar cenahın sahip çıktığı Süheyl Ünver’in Bursa Defterleri’nde aşağıdaki kısa bir not ve çizimle ele aldığı cam alemleri konusu karşı cenah tarafından yayınlanmış olsaydı o kişi hakkında “Dini duyguları aşağılama” suçundan soruşturma açılırdı kuşkusuz. Oysa Süheyl Ünver bilim namusu ve tarihe olan saygısıyla ele almıştır bu kısa ve önemli konuyu.
Başka bir yerde ve başka birisine cami-türbe-minare
alemlerinin Mısır’ın Kutsal Öküzü Apis’in boynuzlarından bize geçmiş olduğunu
söylerseniz, tepki alabilirsiniz.
Ancak aynı açıklamayı Süheyl Ünver yaparsa durum değişir mi acaba?
![]() |
Bursa Defterleri-sayfa 133 |
RUHİ SU PARADOKSU
Sol cenahın o dönem ve her dönem en çok
dinlediği ses sanatçısı Ruhi Su’nun elinde tabancayla Mualla Eyüboğlu’nun
kapısına dayanması etik yanı bir tarafa, Türk Aydını adına çok zavallı bir
durumdur. Mualla Eyüboğlu anlatıyor.
“Ruhi Su’nunki de bir acayip iş.
Adam bir kere evli, çocuğu var, sevgilisi var.
(…)
Ben hayır dedikçe daha çok
tutturuyor. Herkese fark ettirecek kadar.
(Araya soru soranın sorusu giriyor)
Sadece ağabeyiniz Sabahattin Eyüboğlu değil,
babanız Rahmi Eyüboğlu bile haberdar oluyor bu durumdan galiba.
Eh tabii. İş büyüyor da ondan. Ben
Eskişehir’de Çifteler Köy Enstitüsü’ne çalışmaya gidiyorum. Bu da geliyor
oraya. Yetmezmiş gibi, gece geldi tabancayla kapıya dayandı. Kızlar
yatakhanesinin kapısına. Ve maalesef durumu intikal ettirmek zorunda kaldım
Rauf İnan’a. (…) Sonunda Tonguç’a kadar aksetti iş. Ve Ruhi Su Hasanoğlan’dan
uzaklaştırıldı. Konservatuvardaki yerini korudu Allah’tan…”
Sonraki yıllarda, 1951 yılında, TKP- Komünist Tevkifatı’ndan dolayı hapis de yatan Ruhi Su, Mualla Eyüboğlu’na, enstitüdeki bir kadına yaptığı bu hareketin ileride neye mal olacağını hesap edemiyor muydu?
Gericilerin dilinde Köy Enstitüleri bir fuhuş yuvası gibi gösterilirken ve konu bu kadar hassasken, Ruhi Su bu kadar büyük bir hatayı nasıl yapardı?
Sorgulamıyoruz bile. Sol cenah da sağ cenah da
olduğu gibi sineye çekiyor böyle durumları.
Davranışın muhatabı Mualla Eyüboğlu bile Ruhi
Su’ya yine de kondurmak istemiyor,
“Bir bunalım, nöbet falan gibi bir şey. Yoksa, yapmazdı bunu,” diyor.
Ancak sol cenah Ruhi Su’nun yaptıklarını değil de söylediklerinin hepsini kabullenmiyor, deyim yerindeyse sineye çekmiyor.
Bir dönem sağ milliyetçi-ülkücü cenahın milli
marşı haline gelen Sivastopol Marşı’nı en güzel Ruhi Su icra eder ve yorumlar.
Sol cenah bu marşı Ruhi Su dışında duyunca orada ülkücülerin bulunduğunu
düşünür ve dinlemez, beğenmez, söylemez.
Oysa gerek melodisi gerekse Ruhi Su icrası çok güzel bir marştır.
Aynı şekilde, Çanakkale Türküsü de Kemalist sol cenah ile halkın bütün kesimleri tarafından dinlenirken söyleyeni Ruhi Su bile olsa sosyalist sol tarafından ne dinlenir ne de söylenir.
Ankara Marşı da öyle değil midir?
Ruhi Su bir Mualla Eyüboğlu olayında paradoks içindeyse, onu ses sanatçısı olarak söylediği ve sağ cenaha aitmiş gibi düşünerek o güzel türkülerini dinlemeyen, burun kıvıran sol cenah da bir paradoks içinde bulunmuyor mu acaba?
SONUÇ
Kimseyi yargılamak, iyi veya kötü olarak
değerlendirmek istemedik.
Kimseyi bilinen cenahların bilinen yargıları veya notlarıyla okumak ve dinlemek de istemiyoruz. Bilinenlerin tersinin de mümkün olabileceğini örneklemekti amacımız.
Altmışlı yılların Amerika’sında Martin Luther
King ile esen siyahi rüzgarla birlikte ortaya çıkan ve kısa zamanda unutulan
bir slogan vardı: Black is beautiful
Oysa öyle değildi, siyah da kötü olabiliyordu, bu söz genel bir değerlendirme, yargı hükmü taşımamalıydı.
Bunu ülkemizde de çeşitli varyasyonlarla
söyleyebilir miyiz?
Söyledik ve söylüyoruz da. Kimin, kimlerin,
hangi toplumsal grupların iyi veya kötü olduklarını hep söyledik ve dinledik.
Oysa kimin söylediğine ve ne söylediğine bakmıyoruz. Paradokslar içinde yaşananların arkasında yol bizi nereye çıkarıyor acaba?
Yol insanı sadece insani gerçekliğe taşımalı..
Söylenenin dinleyeni, anlayanı, kale alanı olmalı..
Muhabbetle,
Hattuşa, 13 Mayıs, 2023