26 Aralık 2023 Salı

EMANETLER-II

 

EMANET KIRBAÇ

Çağırıram ağam gel,

Ölmemişem sağam gel,

Karabağ terlanıyam,

Gence'deyim sağam gel

Şirvan'ın yastı yolu,

Su geldi bastı yolu,

Gedirdim yar görmeye,

Azrail kesti yolu

(Karabağ mahnılarından Dursun Abinin hafızasında kalanlardan örnekler)

Anne ve baba, her iki taraftan da dedelerim 93 Harbi (Rumi 1293) olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra Karabağ’dan Gence’ye, oradan da Gence’nin Nüsüs Köyü’ne geliyorlar.

Orada fazla kalamıyorlar.

Osmanlı bizim ailemiz de dahil çok sayıda Karapapak’ı Anadolu’nun iç bölgelerine yerleştirir.

Benim dedelerim de bugün Tokat ili Zile ilçesine bağlı Süleymaniye Köyü’ne yerleşirler.

Karabağ coğrafi olarak Kafkaslar’a yakındır ve at gündelik hayatın hiç ayrılmaz bir parçasıdır. Babamın dedesi Abdurrahman dedem ta o yıllarda at cambazlığı yaparmış.

Bulduğu cins atları Karabağ’dan alıp Gence’ye, oradan da Kars-Erzurum’a kadar sürerek getirir orada satarmış.

At cambazı olmak kolay değildir.

Bir kere ata binmeyi çok iyi bileceksin.

Yetmez, atın dilinden çok iyi anlayacaksın.

O da yetmez, iyi bir süvari gibi giyinip kuşanacaksın.

İyi bir süvari demek, iyi bir eyere, iyi bir yamçıya, başta üzengi olmak üzere iyi bir koşum takımına ve hepsinden de önemlisi ve en gösterişlisi olarak “İyi bir kırbaca” sahip olmak demektir.

Çünkü atı alacak olan, ata pazarlık yapan kişi ata bir bakarsa, at cambazının kılığına kıyafetine iki bakarmış, beş bakarmış.

O coğrafyada o zamanlar herkesin giydiği ve dize kadar gelen çizmeleri saymıyorum zaten.

Ben bunları babamın babası dedem Cevat’ın anlattıklarından hatırlıyorum.

Daha çok küçüktüm, altı yedi yaşlarındaydım, Cevat dedemin anlattıkları bana masal gibi gelirdi.

Dedemin anlattıklarını dinledikten sonra hemen kalkıp ahırda bağlı duran küheylana binmek isterdim.

Dedemin küheylan* bir atı vardı. Dedemin anlattığına göre onun babasının da küheylan bir atı varmış. Babamdan duyduğuma göre dedemin babası bu atın atasını Karabağ’da bir Adige’den almış ve Anadolu’ya gelirken sürerek getirmiş. Zile’ye kadar gelen soy o Adige atın soyuymuş.

Yani dedelerim hep küheylan ve tek soydan üreme cins atlara binermiş. Bu da çok önemli elbette.

At pazarında at alıcısı önce atı alacağı cambazın atına bakarmış. Eğer cambazın atı göz alıcıysa, o zaman alıcı da alacağı ata ikna olurmuş.

Cevat dedemin atının adı Gülistan’dı ve bir kısraktı.

Bir atın adının neden Gülistan olduğunu anlamazdım.

Sonraları, üniversite yıllarımda anlamaya başlamıştım Gülistan’ın bir ata ne kadar yakıştığını.

Bir kere Gülistan Cevat dedemin karısının adıydı, yani baba tarafından nenemin, babamın annesinin adıydı.

Ama asıl Gülistan Karabağ’da bir cennet yerden alır adını.

Asıl Gülistan adı Şeyh Sadi-i Şirazi’nin ölümsüz eseri Bostan ve Gülistan’dan gelir ve Azerbaycan, İran, Karabağ ve oradan Anadolu’ya gelenlerin kızlarına verdikleri bir isimdir. Gül bahçesi demektir, gülistan.

Bütün bunları, Gülistan şehrini, Şeyh Sadi-i Şirazi’yi öğrendikten sonra dedemin atının adının neden Gülistan olduğunu daha iyi anlıyordum.

…/…

Dursun Tipici Abim böyle anlatıyordu dedelerini ve Zile’nin Süleymaniye Köyü’ne yerleşme hikayesini.

Dursun Abiye dedesinden kalan Gülistan’ın koşum takımlarını soruyorum.

Hiçbir şey kalmadı, diyor.

“Hayal meyal hatırlıyorum, Gülistan’ın eyerinin kaşı gümüşten, kaltağı geyik derisindendi. Ben onların gümüş ve geyik derisi olduğunu o yallarda bilemem elbette, ama hep konuşulduğu için hafızamda yer etmiş anlaşılan.”

…/…

O Gülistan ile ilgili olarak dedelerinden sana “Emanet” ne var, diye soracak oluyorum Dursun Abiye, konuşamıyor, sadece yutkunuyor.

…/…

08 Ocak 2023, Pazar

Yedikule’den – Rumeli Feneri’ne Avrupa Yakası Kale ve Tabyalar Şehir Gezimizin sonunda Dursun Abi o gün geziye katılan herkesi Fındıkzade’de bulunan ofisinin terasına davet ediyor.

Hep birlikte Fındıkzade’ye gidiyoruz.

Dursun Abi terasta mangalı hazırlamış, masalarda kuş sütü eksik sadece.

Ancak dışarıda rüzgar var ve hava soğuk.

Terasta durmak imkansız. Küçük de olsa Dursun Abinin çalışma odasına doluşuyoruz, herkes ayakta.

Sohbet güzel.

Sohbetin sonunda Dursun Abi elinde beze sarılı bir şey getiriyor.

“Dedemler iyi ata binerdi, cins atları vardı. Onlardan kalan çok sayıda değerli eşyaya ne yazık ki sahiplik yapıp, koruyamadım.

Ne bulduysam köşe bucak saklamaya çalıştım, ama olmadı.

Söz konusu at olunca dedelerimden elimde sadece bir şey kaldı.

Ne yapacağımı düşünürken akılıma Mihmandarımız Recep Bey geldi.

İşte elimde beze sarılı olan şeyi biraz sonra çıkaracağım ve onu kıymetini bilecek Dostumuza, Mihmandarımıza hediye edeceğim.”

Dursun Abinin bu sözleri karşısında ne diyeceğimi bilemeden heyecan ve gururla bekledim.

Belli ki Dursun Abi kuşaklar boyu kendisinde “Emanet” duran bir şeyi bana verecek, aslında bana emanet edecekti.

Heyecanla Dursun Abinin elinde beze sarılı şeyin ortaya çıkmasını bekliyorum.

O heyecanı sadece ben değil, o gün o ofiste bulunan herkes yaşıyor.

Dursun Abi bezi bir ucundan açmaya başlıyor. Bezin tamamı açıldığında ortaya bir kırbaç çıkıyor.

Dursun Abi dedelerinden atla ilgili, Gülistan ile ilgili olarak kendisine emanet kalan son eşyayı eline alarak anlatıyor.

Bu bir kırbaç.

Kırbacın deri kulaklı ucu çok yıpranmış. Söğüt dalına örülmüş ince sırımın başında savatlı bir gümüşten sapı var.

Sapın ucuna ele geçirmek için gümüşten bir zincir halka bağlanmış.

Çok eski bir parça, benim için ne kadar kıymetli ve emanet olarak almak ne büyük bir sorumluluk.

Dursun Abi kırbacı bana veriyor orada bulunanların huzurunda.

Dursun Abi aslında o kırbacı bana “Emanet” ediyor.

Çok duygulanıyorum. Bunu alamayacağımı söylesem de Dursun Abi kararlı, kırbacı bana gönül rahatlığıyla veriyor.

Kısa bir konuşma yapıyorum ve kırbacı alıyorum.

Eve, Hattuşa’ya varmam vakit alıyor. Ancak o ayki geziler bittikten sonra, yani Ocak ayından sonra dönebiliyorum Hattuşa’ya.

…/…

KIRBACIN RESTORASYONU

Hattuşa’ya varır varmaz kırbacın restorasyonu ile ilgileniyorum.

Bizim bir Fevzi Ustamız var. İki ayağı da sakat, tekerlekli sandalyeye mahkum, ama hayata asla küsmemiş, her gün köyünden kalkıp Sungurlu’ya gelerek dükkanını açan, akşamları da tekrar köyüne dönen birisi Fevzi Usta.

Fevzi Usta aslında ağaç oymacı ve hatırı sayılır güzel eserler çıkarmış, ama bundan hiç söz bile etmiyor mütevaziliğinden.

Yani sanat ve zanaat bir arada Fevzi Ustamda.

Ama Fevzi Ustam bıçak yapıyor, işin tam “Usta malı” diyebileceğimiz cinsinden.

Fevzi Ustam yapmış olduğu bıçaklara, kamalara vaketa deriden usta malı kılıflar da dikiyor.

Yani kırbacın çok yıpranmış, neredeyse kopmak üzere olan kulaklı ucunu ancak Fevzi Ustam restore edebilir.

Fevzi Ustam, Hattuşa’dan kardeşim Bekir ve ben oturup çizimler, malzeme, montaj gibi konuları tartışıyoruz.

Sonunda ortaya çok güzel bir şey çıkıyor, kırbacın kulaklı ucu restore ediliyor ve denemek için avuç içlerimize vuruyoruz, kırbacın kulakları şaklıyor.

Harika.

Kırbacın kulakları tamam. Geriye kırbacın iyice kararmış olan savatlı gümüşten sapını parlatmak kalıyor.

Bekir kardeşim tanıdığı bir gümüşçü olduğunu söylüyor ve Fevzi Ustama teşekkür ederek gümüşçüye gidiyoruz.

GÜMÜŞÇÜNÜN DERVİŞANE HALİ

Adının Yakup olduğunu söyleyen ve çelebi haliyle bir esnaftan ziyade bir Mevlevi dervişi olduğu izlenimi veren bu genç adam yıllarca Kapalı Çarşı’ da iyi ustaların yanında çalıştığını ve bu sene buraya, Sungurlu’ya gelmeye karar verdiğini söylüyor.

Nedenini, niçinini sormuyorum.

Yakup Usta’ya kırbacı gösteriyorum ve savatlı gümüşten sapını parlattırmak istediğimi söylüyorum.

Usta eline aldığı kırbacın savatlı gümüşten sapına daha yakından bakıyor. Yüzündeki mutluluğu hemen fark edebiliyorum.

Usta sanki tarihin derinliklerinden mesaj getiren bir nesneye dokunmuş gibi hissediyor kendini.

Yakup Usta büyük bir titizlikle ve hiç acele etmeden kırbacın savatlı gümüşten sapını parlatmaya başlıyor.

Yılların karalığını üzerinde bir tortu gibi taşıyan gümüşten sap parladıkça kendisini göstermeye başlıyor.

Nihayet ortaya çıkan şeye bakmaya bile kıyamıyorum.

Sapın topuz kısmında biraz çökmeler var, ama olsun, fark edilmiyor bile.

Bu çökmeleri de restore etmek mümkün, ama bana vakit vermeniz lazım, diyor Yakup Usta.

Buna gerek olmadığını söylüyorum ustaya.

Borcumuz nedir, diyorum.

-Ne borcu Abi?

-Olur mu ya?

Yakup Usta belli ki yaptığı işin karşılığında para almayacak. Ama bunun bir karşılığı olmalı, diye geçiriyorum içimden.

Karşılık yine Yakup Ustadan geliyor.

Siz bana bu işi getirmekle, elime bu en az 150 yıllık savatlı gümüşten işi vermekle beni öyle mutlu ettiniz ki. Böyle bir işe dokunmanın bedelini ben hiçbir şeyle ölçemem. Ne sizden alacağım ücret ne de başka bir şey.

Böyle sanatkarane yapılmış ve işlenmiş bir şeye kaç kişi, kaç gümüşçü dokunabilir ki? Kaç kişinin böyle bir şansı vardır?

Yakup Usta’nın söyledikleri karşısında dilim tutuluyor.

Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Karşımda mesleğinin dervişi halinde bir insan görüyorum.

Söyledikleri sanki bir kutsal metinden alınma gibiydi.

Bütün bu işleri sadece bir dokunuş karşılığında yapan Yakup Ustaya saygı duyuyorum, böyle insanların hala var olduğunu bilmek beni çok mutlu ediyor.

Yakup Ustaya kırbacın 150 yıllık bir tarihi olduğunu ve Karabağ’dan geldiğini söylüyorum.

Yakup Usta bunun üzerine savat işleme tekniğinin Vanlı Ermeniler tarafından bulunmuş olduğunu, bütün dünyaya oradan yayıldığını ve bu kırbacın sapının da muhtemelen Ermeni bir savat ustası tarafından yapılmış olduğunu söylerken, kırbacın sapındaki gümüşün de en az 1000 ayar olduğunu, artık 1000 ayar gümüş bulunmadığını ve bu ayarda bir gümüşün nasıl bu kadar güzel işlenmiş olduğuna hayran kaldığını belirtiyor.

Yakup Ustama çok teşekkür ederek dükkandan ayrılıyoruz.

…/…

EMANETİN YERİ

Dursun Abiden aldığım emanetin emaneti gümüş saplı ve restore edilmiş kırbacı Hattuşa’ya, evime getiriyorum.

Onu bir duvar halısının üzerine ve Bekir kardeşimin bana hediyesi olan ve dedelerinden kalma, en az 100 yıllık, ağızdan dolma bir çifte tüfeğin yanına asıyorum. Bu arada tüfeğin restorasyonunu da Fevzi Ustama borçlu olduğumu mutlaka belirtmem gerekiyor.

SON SÖZ

Emanetler seri yazısının üçüncüsü de yazılacak.

Bana ikinci bölümü yazmama vesile olan Dursun Abime, onun dedelerine, Gülistan Hanım’a, Fevzi Ustama, Yakup Ustama, Bekir Kardeşime çok teşekkür ediyorum.

Bir asırdan uzun bir zaman önce bu emanetleri bırakmış olanların ruhları şad olsun.

Dursun Abi emanetinin en iyi şekilde muhafaza edileceğinden emin olabilir. Her emanet gibi, Dursun Abi ne zaman isterse emanetini benden geri alabilir. Bekir Kardeşim de elbette.

Son söze son bir mahnı daha ilave ediyor Dursun Abi çocukluğunun hafızasından ve annesinin en çok sevdiği:

Karabağ’da bağ olmaz,

Kara salkım ağ olmaz,

Komşu kızı sevenin

Yüreğinde yağ olmaz.

Dursun Abi atalarından kendisine kalan son bir parçayı, Çarlık Rusyası döneminde imal edilmiş olan semaveri ise gözü gibi koruyor, onu kimseye emanet vermeye niyeti yok.


Şeyh Sadi-i Şirazi Bostan ve Gülistan Divanı’nın[1] girişine yazmış olduğu KİBAR KELAM ile son sözü de söylemiş olalım.

Kibar Kelam

Doğru tasavvur et, iyi hisset, yanılma, aklanma,

iş tecrübe edilmiş bilgidedir, nasihattedir, doğrudadır,

bunları ve doğruları şaşar sanma.

otururken, okurken, dinlenirken, yürürken, konuşurken,

uyurken, gülerken, yerken, içerken

EDEBLİ OL YAHU!

EDEP YAHU!

EDEP YAHÜ!

EDEP YAHU!

Edepsizde edep olmaz yahu ya hü!

YA HÜ!

YA HÜ!

*) Küheylan Kelime Kökeni

Arapça kḥl kökünden gelen kuḥaylān كحيلان  "soylu Arap atı" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça kuḥayl كحيل  "siyaha boyanmış, sürmeli" sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcük Arapça kuḥl كحل  "antimon, siyah boya, sürme" sözcüğünün küçültme halisidir. alkol maddesine bakınız.  

Van işi, Van damgalı savat işçiliği olan gümüş bir tabaka (Rumi 1324-1908 damgalı)

Savat Gümüş İşlemeciliği – Van

Tür: El Sanatları

Açıklama:

Savat, gümüş işlemeciliğinde bir süsleme sanatıdır. Savat ustası tasarladığı şekli, sanatını koyacağı gümüş eşyanın üstüne kurşun veya sabit kalemle çizer.

Bu şekil, Van Kalesi, Akdamar Kilisesi, Hoşap Kalesi olabildiği gibi, kedi, at gibi figürler de olabilir. Çizilen taslağın üstüne usta, çelik uçlu kılcal kalemle büyük bir titizlikle ince kanallar açar. Bir ölçü gümüş, dört ölçü bakır, dört ölçü kurşun ve biraz da kükürt, 750 derecelik ısıda karıştırılarak savat adı verilen alaşım elde edilir. Ancak her savat ustasının kendine has bir ölçüsü olduğu söylenmektedir. Daha sonra savat soğumaya bırakılır.

Soğuyan kütle toz haline gelinceye kadar önce örs üzerinde, daha sonra havanda dövülür. Elde edilen savat, gümüş eşya üzerinde daha önce açılmış olan kılcal kanallara iki yolla sürülür. Ya yemeğe tuz eker gibi serpilir ya da boraks ile sulandırılarak çamur haline getirilen savat, boşluklara sıvanarak doldurulur. Sonraki aşamada yapılan iş, mangal ateşine tutulur. Isının etkisiyle tekrar eriyen savat, boşluklara iyice nüfuz eder. Bu aşamadan sonra soğuması için bekletilen savat, cilalanarak kullanıma hazır hale gelir. İyi savat, her geçen gün daha fazla parlar.

Savatın kökeni Urartular’a kadar gider. Van civarında, Romalılar'dan günümüze kadar gelmiş bir süsleme sanatı olan savatın yereldeki adı “sevad”tır. İdeal olan 950 ayar gümüşe savat yapmaktır. Osmanlı Döneminde 900 ayar gümüşe tuğra vurma yetkisini, İstanbul ile birlikte Van Vilayeti savat işlemeleri sayesinde almıştı. 1915 öncesi Van’da 120 savat işleme atölyesi varken, 1915’ten sonra bu atölyeler birer birer kapanmıştır.

1915’li yıllar öncesi Van’da bulunan 120 savatlı gümüş işleme atölyesinin her birinde 5 kişinin çalıştığı tahmin edilmektedir. Söz konusu yıllarda Van’da, savatlı muskalıklar, hamayiler, gerdanlıklar, saç tokaları, saç bağları, tepelikler, bilezikler, yüzükler ve kemerler vazgeçilmez takılar olarak yer almıştır. Yine o dönemlerde bütün saraylarda, hanlarda ve zengin kesimin evlerinde bulunan savatlı gümüş süs eşyaları ile erkeklerin kullandıkları tütün tabakaları ve enfiyelikler Van’da üretilmiştir. Savatlı gümüş işlemeciliğinin çok iyi yapılmasından dolayı “Van” damgalı gümüş eşya ve takı fiyatlarının diğer bölgelerde üretilenlere oranla 3 kat fazla olduğu bilinmektedir. Hatta bazı rivayetlerde Osmanlı Dönemi'nde İstanbul’da çalışan kuyumcu kalfalarının ustalığa terfileri söz konusu olduğunda, Van’dan giden kuyumcu ustalarının sınavına tabi tutuldukları, bu sınavı geçtikten sonra ustalığa kabul edildikleri söylenmektedir. Savat işleyen sanatkar eserinin üzerine imza atmazdı. Bu imza atmama geleneği “yaptırana şükür” diyerek Allah’a şükredip, yaptığı eserde bir ayrıcalık görmeme tevazusundan kaynaklanırdı. (Kültür ve Turizm Bakanlığı-Türkiye Kültür Portalı-Kültür Atlası)

 

Dursun Abinin Fındıkzade’deki ofisindeyiz

Restore edilen kırbacın dilli ucu


Parlatılan savatlı gümüşten sap

Kırbacın duvar halısındaki yeri

Sapta savat işleme detayı 


Dursun Abinin dedelerinden emanet kırbaç ile Bekir Kardeşimin dedelerinden emanet ağızdan dolma tüfek yan yana Hattuşa’daki evimin duvarında.




[1] Bostan ve Gülistan-Şeyh Sadi-i Şirazi-Çeviri:Şemsettin Yeltekin-Araf Yayınları-2014-İkinci Baskı


1 Kasım 2023 Çarşamba

EMANETLER-1

EMANET AYAKKABI

İnsanların kendince çok değerli bildiği bir şeyi başkalarına, hiç tanımadıklarına, hatta çok yakından tanıdıklarına bile emanet etmeleri zordur.

Bazen değerli bir şeyi, birisine emanet bırakırsınız.

Bazen sevdiğiniz birisini bir başka sevdiğinize emanet bırakırsınız. Giderken de “Çocuğum, oğlum, kızım, annem, babam vb. uzatabilirsiniz” size emanet deriz.

…/…

Aşık Mahzuni Şerif askere giderken eşi Sovina/Suna’yı en yakın arkadaşına emanet eder belki de.

Ama bilen bilir hikayeyi, İtalyan asıllı Sovina Mahzuni’nin arkadaşıyla kaçar. Emanete hıyanet vardır.

…/…

Muharrem Usta bu dünyadan göçmeden önce sazını oğlu Neşet Ertaş Usta’ya emanet eder. “Sazımın emanetidir,” der ona.

Burada Muharrem Usta’nın emanet ettiği sadece ağaç ve telden ibaret bir saz değildir, Muharrem Usta’nın emaneti bin yüzyılların ötesinden gelen koskoca bir “Abdal Müziği” geleneğidir.

…/…

Ortalık yerde konuşulamayan ve adı hep “Emanet” olarak geçen şeyler vardır bir de.

Genellikle silahtır bunlar.

En büyük ve en değerli emaneti Nazım verir Arhaveli İsmail’e.

(…)

Arheveli İsmail
              kendi kendine sordu:
“Emanetimizle varabilecek miyiz?”
Kendine cevap verdi:
“Varmamış olmaz.”

Gece, Tophane rıhtımında
Kamacı ustası Bekir Usta ona:
“Evlâdım İsmail,” dedi,
“hiç kimseye değil,” dedi,
                        “bu, sana emanettir.”

Ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
                      “Şaban Reis,” deyip,
                      “emaneti yerine götürmeliyiz,” deyip
                                                  atladı takanın patalyasına,
                                                                                 açıldı.

“Allah büyük
  ama kayık küçük” demiş Yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
                                      bir sağnak daha,
                                      peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
                                                alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
Sıvastopol'a giden bir geminin
                                        sancak feneri.

Elleri kanayarak
                      çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
                ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet:
           bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
                                     ta Ankara'ya kadar gidip
                                     onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat İsmail
                 ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
                                               aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
                                                         düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
                            ve simsiyah
                                            durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi İsmail'in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
           ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
Ve birdenbire
             öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
                                            yıldı elleri,
                                            yüklendi küreklere,
                                            kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
                        kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.
İlkönce küfretti.
Sonra, “elham” okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
           eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail'in âkıbeti...[1]

…/…

Burada emanet ayrı, söylenen söz ayrı değerde ve önemdedir.

Emanet bırakılan kişi, yani emaneti alan kişi çoğu zaman büyük sorumluluk altındadır. Emanete sahip çıkması gerekir. Emanete hıyanet edilmez sözünü şimdilerde pek duyamasak da hala ağırlığı olan bir sözdür kültürümüzde.

Bazen de çok değerli bir eşya, bir mal bir başkasına emanet edilir.

Böylesi emaneti alan kimse o eşyaya gözü gibi bakar ve onu en iyi şekilde korur.

Emaneti alırken de emaneti verene şu lafı söyler: “Aman emanetin bağrı yuka (yufka) olur, derler” sen hiç merak etme, nasıl teslim ettiysen öyle alırsın.

Emanetin bağrı gerçekten yuka/yufkadır, yeterince özen gösterip saklamazsan çabucak kırılır.

Uzakta birisine bir dostunuzla selam gönderirken de aslında o selam o dostunuza bir emanettir.

O dostunuz vefalı ve emanete saygılı birisi ise selam gönderdiğiniz kişiyle karşılaştığında lafa şöyle başlar “Önce falancanın üzerimdeki sana olan emanet selamını söylemiş olayım.”Selamı alan kişi de sonraki zamanda o selamı göndereni gördüğünde Gevheri’nin aşağıdaki deyişinde anlatmaya çalıştığı gibi “Emanet ettiğin selamın geldi, aldım,” der.

Burada derin bir anlam yüklü emanet sözü ise bize genç yaşta kaybettiğimiz Abuzer Karakoç’un icrasında bir Alvar deyişinde çıkar karşımıza. Deyiş Gevheri’den alınmadır.

Emanet etmişsin geldi selâmın
Sevgilü sultanım, aleyküm selâm.
Aldı tazim ile bu ben gülâmın
Ey şahı hubanım, aleyküm selâm.

Umarım efendim, mürüvvet senden
Uğrunda geçmişim can ile tenden
Demişsin gedama selam et benden
Sevgilü sultanım, aleyküm selâm.

Geçmeden boynuma aşkın kemendi
Nice bir ararsın bu derdi mendi
Kuluna selam etmiş, efendim kendi
Sevgilü sultanım, aleyküm selâm.

Lütfedip hatırım ele almışsın
Sana hasret olduğumu bilmişsin
İşittim merhamet kâni olmuşsun
Derdimin dermanı, aleyküm selâm.

Müyesser olur mu, rüyunu görmek
Acep olur mu ki, vaslına ermek
Gahi gahi böyle selâm göndermek
Keremdir sultanım, aleyküm selâm.

Hasta idim, beni getirdin cana
İhtiyaç kalmadı, gayri Lokmana
Selâmın şifadır, bu hasta cana
Sevgilü sultanım aleyküm selâm.

1991 BEYAZIT TEK ŞEKERLİ ÇINARALTI

O yıllarda Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası‘nda çalışıyorum. Bazı yaz günlerinde iş çıkışlarında Üsküdar’a kadar geliyor, karşıya geçiyor, Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nı geziyorum.

Sonra da “Tek Şekerli Çınaraltı’nda” üzerindeki uzun paltosuyla, parmaklarında türlü türlü ve çok sayıda gümüş yüzüklerle, saçları Kaf Dağı’nı dolaşacak kadar uzunlukta eski zaman ikonları gibi sürekli ayakta duran Hüseyin Avni Dede ile sohbet ediyorum.

Kış günlerinde ise ancak hafta sonlarında görebiliyorum Dede’yi.

Bir gün Dede’nin kulağına eğilerek “Dede ben Sümerbank-Beykoz’da çalışıyorum, sana bir çift ayakkabı getirsem, giyer misin acaba, galiba 42 numara giyersin?” diye soruyorum.

Dede’nin gözlerindeki sevinci görebiliyorum, gayet olgun, sen de kim oluyorsun, demiyor.

“Gayet tabi ki giyerim,” diyor.

25 OCAK 2020 BEYAZIT TEK ŞEKERLİ ÇINARALTI 

YURT GEZGİNLERİ ESKİ İSTANBULLU AĞAÇLAR

ŞEHİR GEZİSİ BAŞLANGIÇ NOKTASI

Yazar Dostumuz Volkan Yalazay’ın ESKİ İSTANBULLU AĞAÇLAR-İstanbul’un Anıtsal Ağaçları kitabının rehberliğinde 25 ve 26 Ocak 2020 tarihlerinde iki gün üst üste ve iki ayrı grupla yapmış olduğumuz ESKİ İSTANBULLU AĞAÇLAR Şehir Gezimize kitabın “ÇINAR HAZRETLERİ” bölümünde uzun uzun anlatılan ve adı Beyazıt Camisinin yanındaki çınar ile anılan, çoğumuzun yakından tanıdığı bir zamanlar bu meydanda tezgah açan esnafın posta adresi olmuş olan TEK ŞEKERLİ ÇINAR ALTI ile başlıyoruz.

DEDE artık o canlı çınar altına seyrek geliyor.

Üç gün önce gittiğimde DEDE’yi göremeyince, sahafta çalışan Mehmet DUMAN kardeşim ilgileniyor ve DEDE’ye iletilmek üzere ona telefonumu bırakıyorum.

Doğrusu pek ümitli olmamakla birlikte 25 Ocak, Cumartesi için DEDE ile çınar altında

buluşmayı düşünüyorum.

DEDE bize kim bilir neler anlatacak?

Derken bir gün önceden Mehmet DUMAN kardeşim beni arıyor ve DEDE’in yanında olduğunu söylüyor.

DEDE’ye hürmetlerimi ileterek başlıyorum konuşmaya ve 25 Ocak, Cumartesi, sabah saat 08.30’da TEK ŞEKERLİ ÇINAR ALTI’nda buluşmak üzere sözleşiyoruz.

25 Ocak, Cumartesi, saat 08.30

Gezi için isim yazdıran ve mazereti olan birkaç arkadaşımız dışında sabahın ayazına

ve karanlığına rağmen, sıcak yataklarından kalkıp gelen 22 Yurt Gezgini ile buluşuyoruz TEK ŞEKERLİ ÇINAR ALTI’nda ve yanımızda çınarın onsuz adı telaffuz

edilmeyecek manevi koruyucusu Hüseyin AVNİ DEDE ile.


DEDE gruba kitaplarını imzalıyor.

Derken Mehmet DUMAN çay söylüyor herkese.

Çınardan ve Ahmet Hamdi’den söz ediyoruz.

Farsça olan çınar kelimesi dilimize öylesine yerleşmiş ki, “Çınar kelimesi” dışında

çınar için söylenecek başka her kelime bize farklı şeyler anlatıyor, farklı şeyleri işaret

ediyor sanki.

BİR ROMAN BİR EFE: KERİMOĞLU Yurt Gezimizde Muğla-Pisi’de bizi gezdiren KERİMOĞLU kitabının yazarı, dostumuz Hüseyin İlker Altınsoy Efe’nin çınarları göstererek her seferinde onlara “Kavak” demesiyle şaşırmalarımız bu şehir gezimizde son buluyor.

Volkan YALAZAY çınarın Anadolu’nun farklı yerlerinde halkın çınar için “Kavlak-

kavlağan-kavak” dediğini yazıyor.

O halde uzun kavak nedir, ona ne demeli?

Kırgızistan gezilerimizden biliyoruz ve gruba soruyorum.

Unutmamış kimse, Kırgızlar bizim bildiğimiz uzun kavak için “Gök dal” diyorlar.

DEDE bize bir şiirini okuyor ezberinden.

Biz de DEDE’ye armağan olsun, diye ona bir Diyarbakır türküsü okuyoruz.

Bahçada yeşil çınar

Boyun boyuma uyar

Ben seni gizli sevdim

Bilmedim alem duyar

DEDE çok mutlu oluyor.

Cezmi ERSÖZ’ ün TEK ŞEKERLİ ÇINAR ALTI için yazdıklarını Volkan YALAZAY’ın

aktarması ile okuyoruz.

Her gezimizde olduğu gibi, bu gezimizde de çam sakızı çoban armağanı bir

hediyemiz oluyor. Bir paket çifte kavrulmuş ALİ MUHİDDİN HACI BEKİR lokumu hediye ediyoruz DEDE’ye.

Afiyetle yesin.

O sırada yanımda getirmiş olduğum Volkan Yalazay kitabının ilgili sayfasını açarak Dede’ye imzalatıyorum.

EMANET AYAKKABI YERİNİ BULUYOR

Grup biraz uzaklaşıp ayrılıyor.

DEDE ile baş başa kalıyorum. Biraz mahcup, çokça utanarak, ona tam otuz yıl öncesinden verdiğim bir sözü artık yerine getirmek için elimde taşıdığım paketi Dede’ye vermeye hazırlanıyorum.

Aslında 30 yıldır bende bekleyen bir “Emanetini” veriyorum Dede’ye.

Bu paketin içinde ona 1991 yılında söz vermiş olduğum, ama bir türlü getirip veremediğim, 42 numara bir çift iskarpin var. Ama iskarpinler Sümerbank-Beykoz ürünü değil.

Olsun.

Dede sanki bu bir çift iskarpini benden 30 yıl önce almış da “Şimdilik sende emanet kalsın, sonra getirirsin” dercesine bana geri vermiş gibiydi.

Dede’ye paketi veriyor ve 1991 yılında aramızda geçen o konuşmadan söz ediyorum.

Çok duygulanıyor Dede.

Bizi koruyan Dede mi, çınar mı? 25 Ocak, 2020

EMANET KİTAP

Pandemi sonrası Dede’ye sık sık uğruyorum.

Dede bana bir keresinde “Hani bana kitap imzalatmıştın, o kitaptan arıyorum, bulamıyorum,” diyor.

“Ben sana bulurum, Dede,” diyorum.

Dede kulağıma eğiliyor ve usulca “ Ayakkabı işine dönmesin, ben bir 30 yıl daha bekleyemem” deyince ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyorum.

İlk emanetin bu kadar geç teslim edilmesinden dolayı zaten çok utanıyordum, unutulmamış o hikaye yeniden karşıma çıkınca yine utanıyorum.

Dede iyi niyetli, alınmıyorum.

Sevindiğim şey ise Dede’nin bunca yıl sonra emaneti unutmamış olması oluyor.

Kitabın yayıncısı benim de üyesi bulunduğun Ankara merkezli KIRSAL ÇEVRE VE ORMANCILIK SORUNLARI ARAŞTIRMA DERNEĞİ’nin Genel Kurulu’na gittiğimde son kalan kitabı almış oluyorum.

Kitap artık bende çok kıymetli bir emanet gibi, hiç zarar ziyan görmeden sahibine ulaşmalı.

Bu sene, Nisan ayında kitabı, emaneti Dede’ye teslim ediyorum.

25 Ocak, 2020 tarihinden bu yana üzerimden koca bir 30 yılın yükü kalkmış oluyor.

MEKANIN SESİ-HÜSEYİN AVNİ DEDE

12 Ekim, 2023 tarihinde İBB tarafından düzenlenen Mekanın Sesi etkinliğinin konuğu bu kez Hüseyin Avni Dede oluyor.

Etkinlik saat 18.00’de başlayacak.

Öncesinde Dede ile sohbet ediyorum ayaküstü.

Onu ilk defa üzerinde o uzun paltosu olmadan, renkli ve üstelik bir ceket ile görüyorum.

Bu anı kaçırmamalıyım. Dede ile bir fotoğraf çektiriyorum.

Bu fotoğraf da benden sonrakilere emanet kalır belki de.

 



 Dede kendi hikayesini anlatıyor çınarın altında.

Konu Tek Şekerli Çınaraltı adresine geliyor.

O zamanlar Anadolu’dan İstanbul’a gelen, Çınaraltı’nda tezgah açarak hayatlarını kazanmaya çalışan insanların çoğunun belirli bir adresi bile yoktu. Çoğu Süleymaniye’nin metruk evlerinde kalıyordu belki de.

Ancak onlar memleketleriyle bağlarını koparmamışlar, oraya mektup, para, paket vb. gönderiyorlar, memleketten de onlara geliyordu.

İstanbul’dan göndermek kolay da, memleketten gelecek mektup, paket vb. için hangi adresi verecekler ki bu yersiz, yurtsuz ve adressiz insanlar?

Çözüm yine o Çınar Hazretleri’nden geliyor.

Dede anlatıyor, “1988 yılında buraya, çınarın gövdesine bir levha çaktılar. Levhada buranın adresinin PK. 34450 Çınaraltı-Beyazıt olduğu yazıyordu. Memleketten gelen mektuplar, paketler buraya, Çınaraltı’na geliyor ve buradan dağılıyordu.”

 

Dede şiirlerini okuyor

PK 34450 sol üstte çınara çakılı

Dede hayatından önemli kesitleri bir film şeridi gibi anlatmaya devam ediyor.

 -İlk şiir kitabını 1964 çıkarıyor, adı Japon İkizleri,

-1973’te Şairler Üzülmesin,

-1968 yılına kadar bu meydanda kurulan bitpazarında yer parası 25 Kuruş,

-O vakitler tam karşımızdaki İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü halka açıktı, halk buraya her gün gelir, gezer, piknik yapardı,

-Altında durduğumuz bu çınarın yaşı aslın 540, ama gövde çürüdüğü ve oyulduğu için yeni ölçülen yaşı 375 çıkıyor,

-Şu an İBB’nin yeniden açtığı Küllük çay ocağı yeşillikler içindeydi ve bu nedenle eski fotoğraflarda görünmez,

-Küllük ellilerde yıkılır,

-Meydanda Haydar Bey Havuzu diye bilinen bir havuz vardı,

-Küllük’ün yanında ise Emin Mahir Bey Lokantası vardı,

Dede eski para koleksiyonu da yaptığını ve bu işe ilk defa ne zaman başladığını anlatıyor.

“Çocuktum, bir gün çınar altında bozuk para satan birisiyle karşılaştım. Paraların ışıltısı beni büyülemiş olmalı, paraları adamdan almak istedim.

Adam paralar için 10.00 TL istedi, bende ise son param, 2,50 TL var.

Adama söyledim.

Adam razı oldu. Bozuk paraları alıp eve gittim.

Sonradan öğrendim, paraların Yunan ve Romen paraları olduğunu ve hiçbir değerinin olmadığını.

Paraların ışıltısına kapılmıştım.”

Dede daha fazlasını ve İstanbul’a, Beyazıt-Çınaraltı’na yolu düşen herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği anıları ŞAİRLER ÜZÜLMESİN & YAĞMA YOK şiir külliyatında yayınlıyor.[2]

Dede aşağıdaki Tek Şekerli Çınaraltı şiirini okuyor etkinlik sona ermeden.

Çok da içten okuyor.

Sanki bize de bir mesaj verir gibi, yalnızlık geçen dizede.

“Bilirim bir ölüm suskunluğudur yalnızlığımız”

Yine aynı kitapta “Son Çare” adlı şiirinde ise ayağında papuçlarının, üzerinde paltosunun olmadığını anlatarak başlar dizelere.

Ayağımda papuçlarım;

Üzerimde paltom yoksa,

Bir eskiciye satmışımdır,

Dede’ye 1991 yılında söz vermiş olduğum o bir çift ayakkabının da eskiciye satılacağını bilseydim, “Emaneti” çok daha önceden getirirdim Dede’ye.

Zira bilirim ki şairler boş yere satmazlar ayaklarındaki papuçlarını, üzerlerindeki paltolarını.

Kimsede emanetiniz kalmasın, size emanet edilen bir şey varsa ona sahip çıkın. Ölüm suskunluğunda yalnız olsanız bile, bir gün gelir o emanetin sahibi her şeyi hatırlar.

Aşk-ı muhabbetle,

 



TAVSİYE DİLEN DİNLEME:

ABUZER KARAKOÇ-ALVAR DEYİŞLERİ-EMANET ETMİŞSİN

 


[1] Bütün Şiirleri-Nazım Hikmet-Yapı Kredi Yayınları-2017 Ondördüncü Baskı-Üçüncü Bap s.559-566

[2] Şairler Üzülmesin & Yağma Yok-Hüseyin Avni Dede-Bayraktar Matbaası-2009-Beşinci Baskı