70’li yılların ortasıydı. Cem KARACA o kült olmuş BEYAZ
ATLI ŞİMDİ GEÇTİ BURADAN parçasını plağa okuduğunda yer yerinden oynamıştı.
Derken kısa bir süre sonra bu muhteşem müzik parçasının
çalınması ve dağıtımı yasaklandı.
Çocuktuk, anlamazdık, ama merak var, hep kulak misafiri
olduk.
“Bu müzikte Ermeni propagandası varmış”, diyorlardı.
Anlamıyorduk, ama Cem KARACA’ nın sesinde bir isyan vardı.
Biz o çocuk halimizle o beyaz atlıyı bir Dadaloğlu, bir
Köroğlu, bir İnce Memed olarak düşünüyorduk.
Bilemiyorduk o yıllarda Kırgızların ulusal kahramanı Manas’
ın atının da koca bir orduya bedel AKULA olduğunu, “kır at” olduğunu.
Köroğlu’nun atı da KIR AT değil miydi?
…/…
“Ermeniler
rengi beyaz olan boğa, at, katır, koç gibi bazı hayvanları da kutsal
sayarlardı.”[1]
…/…
Doğu Anadolu’da özellikle olmak üzere bir zamanlar
Ermenilerin yaşadığı yerlerde erkek adı olarak Murat adının neden bu kadar
yaygın olduğunu anlayamazdık.
Murat Nehri’nin Tendüreklerden – volkanik Tandır Dağları-
doğarak yardığı derin vadilerden geçerek Dersim’e bereket saçtığını, kültür
yeşerttiğini coğrafya derslerinin dışına çıkarak öğrendik.
Murat Nehri’nin Peri Suyu ile bacı kardeş gibi sarılarak
Munzur Çayı’na oradan Karasu’ ya el ele kavuştuklarını ve tanrısal bir ırmak
olan Fırat’ ı yarattıklarını da coğrafya derslerinin dışına çıkarak öğrendik.
“Dersimlilere
göre çok eskiden Hızır ve Hıdır azizlerden biri Murat’a (Aradzani) diğeri
Fırat’a (Yeprad, Sev-Çur (Karasu) ) hükmedermiş; sonra ikisi de Abıhayat
suyundan içerek ölümsüzleşmişlerdir, yani bedenen de göğe yükselmiş, oradan
Tanrı’nın emriyle karayı ve denizi yönetmeye başlamışlar. Onlar Dizgin Baba’nın
(Dujik-Baba) zirvesinden göğe yükselmişler, orada hala atlarının nal izleri
vardır; kaya dört parmak derinliğinde içeri göçmüştür.”[2]
Murat Nehri Palu önlerinden geçerken adı hep Fırat’tır,
tıpkı Eğin’den geçen Karasu’ ya Eğinlilerin Fırat dedikleri gibi.
…/…
“İşte ; 70li yıllarda, Cem Karaca’nın, büyük bir ihtimalle Kır
atın, Sivaslı Ermeni Fedai Murat’ın simgesi olduğunu bilmediği ve dolayısıyla
bunu aklının ucundan bile geçirmeyerek bestelediği Beyaz Atlı Şimdi Geçti Buradan
şarkısı, MİT tarafından Ermeni propagandası yapıyor !!! gerekcesiyle
yasaklanıyor, durup dururken Cem Karaca ve Ermeni isimlerinin, yan yana
anılması, Türkiye Ermenilerinin, içten içe, Cem Karaca ismi üzerinden Ulusal
Kimlikleri’ nin perçinleşmesini sağlıyordu.”[3]
…/…
Sivaslı Murat’ın adı Dostumuz Üstadımız Arif
IRGAÇ’ ın romanı Kervankıran’ da[4] Göğdinli
Murat olarak geçer.
…/…
Murat Arabi bir isim olmasına rağmen, Anadolu
Ermenileri oğlan çocuklarına kutsal Aradzani nehrinin adını koymanın
sakıncalarını, güçlüklerini Aradzani yerine Murat adı koyarak, örtü kullanarak
aşmaya çalışmışlardır.
…/…
Dersim Ermenilerinin Anadolu’dan kökten
sürülmediği, buharlaşıp uçmadıklarını biliyorken, önemli bir nüfusun Dersim
Aleviliği içinde gönüllü olarak asimile olduklarını, eridiklerini de biliyoruz.
Bu asimilasyon sürecinde geride kalan Ermeniler
taşıdıkları isimleri de dahil olmak üzere hızla terk ederek Alevi ulularının,
seyitlerinin, imamlarının isimlerini alarak kendilerini hiç olmazsa “cismen
değil ismen” Alevi olarak gösterdiler ve kuşaklardır öyle yaşadılar ve
yaşıyorlar.
1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu’ndan sonra
asimile olan Dersim Bölgesi’ndeki Ermenilerin tamamen kaybolmamak adına
kendilerine geçmiş hayatlarını hatırlatacak kültürel bir gene ihtiyaçları
vardı. Bu da soyadlarına veya bazen de adlarına sakladıkları, enjekte
ettikleri, örttükleri kelimelerdi.
…/…
Beyaz Atlı Şimdi Geçti Buradan, diye isyan eden
Cem KARACA’ nın babası Azerbaycan yöresinde Türkmen olarak söylenen Azeri
Alevi’si, annesi ise Anadolu Ermeni’sidir.
Hayat işte, beyaz mı ak mı, diye sormak yerine kendisi
öğretiyor, bir de aynı parçayı Yüksel ÖZKASAP söylerken neden kimsenin aklına Fedai
Murat’ın gelmediğini.
Muhabbetle,
BEYAZ ATLI
Beyaz
atlı şimdi geçti buradan
Süvarisi
can evinden vurulmuş Çıksın
dağlar taşlar gayri aradan Beyaz
atın süvarisi yorulmuş
Dağlar
taşlar bu hasretten eridi Yollarını
kara duman bürüdü Hak
yoluna beyaz atlı yürüdü Beyaz
atlı şimdi geçti buradan
Elleri
elime değmez olaydı Gözleri
gözümü görmez olaydı Bu
gönül o gönlü sevmez olaydı Beyaz
atlı şimdi geçti buradan
Düzgün Baba Ziyareti ve ardından Çar-şamba
günü Çar-sancak’ta çıkılan Çar Kapı Ziyareti’ nden sonra bugün, Per-şembe[1],
beşinci günde dinleniyoruz, evdeyiz.
Dilif Anne anlatıyor, anlattıkça çocukluğunu,
anlattıkça yaşadıkları ağa zulmünü, anlattıkça altı kişilik bir evde sadece bir
tane olan kaşığının yanına pınar başında çamurların arasından bulduğu ikinci
bir kaşığın sevincini, anlattıkça Mıstıli’ nin (Mustafa) onu bir günde karar
vererek nasıl alıp kaçırdığını ve ertesi günde ise nasıl askere gittiğini,
çaresizlikleri, yollarda ve göçlerde
geçen hayatı, Dersim’in yayla havasından İskenderun’un sivrisinek ısırığı ölgün
güneşine neden düştüklerini, bu ölgün güneşin demir çelik fabrikalarında
ergitilen cevher gibi kendilerini de nasıl erittiğini, ziyaretler toplamından,
deli ırmaklardan, başı göğe değen dağlardan, sesinde ve sazında geceler boyu
semah dönülen Alevi ocaklarının, inançlarının nasıl da bu demir ve çelik
ocaklarında eriyip yok olduğunu, Sultan-Hüseyin-Selman-Zülfikar çocuklara
babadan sadece cetvelle çizilmiş gibi soğuk ve tekdüze bir hayatın miras
kaldığını duyuyorum.
Selman “eee peki Ana Melek”, diye sorular
soruyor arada. “Adam boylu poslu, yakışıklı da sayılır, neden gelip de senin
gibi yoksul, yetim ve bir ayağı sakat bir kızı kaçırmış ve hemen ertesi gün
askere giderek seni bir başına bırakmış?”
Dilinden anlamasam da Dilif Anne’ nin yüz
ifadesinden anlıyorum, “bilmem” diyor.
Bizim buralarda Kara Yolları’nda yol işçisi
olarak çalışmayan kalmamıştır. Pederi eritip tüketen İskenderun’un o uyuz ve sivrisinek kaynağı solgun güneşinden ziyade
karda kışta, inişte yokuşta elde kazma kürek, yol yapımında, karda ve tipide
yol açılmasında, dağ başlarında köhne bir Kara Yolları barakasında kurt
ulumaları eşliğinde zoraki geçirilen günlerin ve gecelerin insanın iliklerine,
ciğerlerine, böbreklerine işleyen zalim ayazlardır, diye arada söze giriyor
Selman.
“Eee peki Ana Melek”, diye yeni bir soruya
girecek oluyor Selman, bana dönüyor, “ben de bazı şeyleri ilk defa duyuyorum,”
diyor.
Teyzelerinden birinin genç yaşta yitip
gittiğini, birinin izini kaybettirdiğini anlamakta zorlanıyorum.
Ne anlatılanların ne de dilinden dolayı az da
olsa anlayabildiklerimin sadece bu ailenin hikayesi olmadığını, koca bir
Dersim’in hikayesi olduğunu biliyorum.
İskenderun Demir ve Çelik Fabrikaları
kampüsünde bulunan işçi lojmanlarına geçmek hayatı değiştirir. Hayatın içine
futbol girer, deniz girer.
Baba çocuklarına miras bıraktığı cetvel gibi
doğru ve düzgün formel bir hayatı belki de orada ilke edinir kendine,
topoğraftır harita odasında. Belki de Düzgün Baba’nın bir buyruğudur Mustafa
Amca’nın kusursuz olarak yerine getirmeye çalıştığı.
İlkokul düzeyinde okuma yazması ile harita
odasında topoğraf olmak Zülfikar’ı Elektrik Elektronik Mühendisliği, Hüseyin’i
İnşaat Teknikerliği, Selman’ ı ise kılı kırk yaran bilim dalı istatistik
okumaya mı yöneltti acaba?
Ama yine de cebinde bir dolmuş paran yoksa
eğer İskenderun şehir merkezinde bir bütün somuna katık olarak yenilen
tereyağlı bir tabak humustan sonra demir çelik kampüsüne kadar olan 25
kilometrelik yolu yürümekten kurtulamıyorsun.
Ya da yaz tatillerinden birisinde Urfa’da
inşaatta çalışırken açlık, yorgunluk ve en çok da cehennem sıcağı bir havanın
etkisiyle düşüp bayılmanın kendisine “güneş çarpması” olarak açıklanışını
Akdeniz sahillerinde çıplak yatanların bira içerken neden çarpılmadığını yıllar
sonra şaşkınlıkla öğreniyor olmalıydı Selman.
“Eee peki Ana Melek, sizin kimseniz, yolunuza
çıkan bir köylünüz, bir aklı başında adam yok muydu, nereye gidiyorsunuz,
diyecek?”
“Bilmem, diyor Dilif Anne, yoktu galiba.
Çıktık yola, yanımda sekiz yaşında kız kardeşim, sizin teyzeniz, köylerden
geçip gittik.
Yolda ne bizi çeviren, ne nereye gidiyorsunuz
böyle bir başınıza, diye soran kimse oldu.
Çobanların peşine düşüp gittik.”
“Çobanların köpekleri de mi size bir şey
yapmadı?”
“Hayır, çünkü biz sürüyü ve çobanı tanıyorduk,
köpekler de bizi tanıyordu.”
İşittiklerimi bir hayra yoramıyorum. Gerçek
ile hayal arasında kalmış gibiydim.
Gerçek olan Dilif Annenin şu an anlattıkları,
hayal olan ise benim dün Çar Kapı Ziyareti’ nde önce cılız sesini duyduğum,
sonra da cılız bedenini gördüğüm 12-13 yaşlarında ayakları yalın siyah entarili
kız çocuğu muydu yoksa?
Yoksa ikisi de yalan, ikisi de gerçek miydi?
Nasıl olur bu diye Selman’ın yüzüne bakıyorum,
nasıl olur da iki küçük kız çocuğu bir başlarına davar sürüsünün peşine takılıp
giderler, diye soracak oluyorum.
Bekle, devamı var, dercesine işaret ediyor
bana Selman.
“Gittik gittik, zaten daha önce de gidiyorduk,
o yolları biliyordum. Gittik gittik Çar Kapı’ ya vardık. Hava karardı.
Yanımızda yiyecek hiçbir şey yok, su yok. Geri dönemeyiz.
O gece orada ziyarette kaldık. Oraya ziyarete
gelenler orada gecelemek için yanlarında çul, çaput, yorgan getiriyorlar,
getirdiklerini geri götürmüyor, orada bırakıyorlar. Sağda solda testilerin
içinde su da bulduk.
Karnımız aç, ama açlığı kim düşünüyor. Hava
karardı ve korkudan kız kardeşimle birbirimize sarılarak orada bulduğumuz
çulların üzerine uzanıp uyumuşuz.”
Edebiyatta, müzikte romantizm arayanlar bu iki
çaresiz kız çocuğunun çıplak ayak, aç susuz o dağın başına neden gelmiş
olabileceğini sormaz kendine. Onun aradığı gökteki dans eden yıldızlar
olmalıdır.
Polisiye yazdığını sananlar ise kayıp kız
çocuklarını peşine davar sürüsünün çoban köpeklerini takar, oysa kaybolan
birisi yoktur.
İnsan Dersim Coğrafyası’ nda kaybolmaz. Dağlar
saklar onu, yıldızlar örtü gibi örter üzerini.
Penc-şenbih, beşinci gün, Perşembe böyle
geçiyor.
27,
Kasım, Cuma
Gece gördüğüm düşün etkisiyle uyanıyorum Cuma
sabahına. Çar Kapı’ da önce cılız sesini işittiğim, sonra sıska bedenini
gördüğüm yalın ayaklı, siyah uzun entarili kız çocuğu ile Dilif Anne’ nin dün
bütün gün anlattıkları, İskenderun, Kara Yolları, güneş çarpması, bir cetvel
düzgünlüğünde hayatlar, hepsi ve her şey zihnimde dolaşıp duruyorlar şimdi.
Öğlene doğru çıkıyoruz evden. Pertek’e çarşıya
gidiyoruz. Siparişler var, hediyelikler var. Dut kurusu, dut pekmezi, bal, peynir
derken aracın yükü tamamlanıyor.
Yarın Cumartesi ve Covid 19 salgınından dolayı
hafta sonu seyahat yasağı var. Seyahate çıkacakların seyahat izin belgesi
alması gerekiyor. Yarın yola çıkacağımız için bizim de seyahat izin belgesi
almamız gerekiyor.
Pertek Kaymakamlığı’na gidiyoruz. Bize yardımcı
olan bir memur bizim adımıza interneti kullanarak izin belgeleri için gerekli
yazıyı hazırlıyor. Memur, izinler sizin telefonunuza düşer, derken gözüm
memurun masasının önünde duran sehpadaki kitaba takılıyor.
PERTEK: DERSİM’İN GİRİŞ KAPISI
Dersim’in
giriş kapısındayız, ama Pertek’e gelenler sadece kaplıca için geliyor.
Ne
kalesini, ne Peri ve Murat Suyu’nu, ne eski Pertek’i, ne ziyaretlerini, ne koç
başlı mezar taşlarını merak eden var.
Çar
Sancak’ın önemli yerleşimlerinden Sağman’ı merak eden kaç kişi var acaba?
Ya
Singeç Köprüsü’nü?
Alış-veriş
bitti, hafta sonu seyahat izin belgeleri de alındı, hava kararmadan
yapılacaklar, görülecek yerler var.
SAĞMAN’A DOĞRU SİNGEÇ KÖPRÜSÜ
Pertek’ten
ayrılarak Hozat – Çemişkezek yoluna, Keban Barajı Havzası’nın doğu kıyıları
boyunca kuzeye doğru gidiyoruz.
On
dakika sonra yol derin bir vadinin içine sağa doğru girmeye başlıyor. Yolun
girebildiği en son noktada beton bir köprüden geçiyoruz. Köprünün altından akan
çay ise ta Sağman taraflarından kopup gelen, eski adı Hozat Deresi olan Büyük
Dere’dir.. Büyük Dere geçtiği yerleri aşındıra aşındıra, daha ortada Keban
Barajı yokken, ta Eğin’den kopup gelen Karasu’ya karışıyordu.
Pertek’ten
Hozat’a veya Çemişkezek’e ulaşmak için Hozat Deresi’nin üzerinden geçmeniz
gerekir.
Bu
arada Mustafa Kemal ve yanındaki heyetin Elazığ’dan hareketle Pertek’e gelmiş
olduğunu ve oradan hareketle Hozat Çayı üzerinde yapılan Singeç Köprüsü’nün
açılışına geleceğini haber alıyoruz.
Mustafa Kemal ve beraberindeki heyet Pertek Halkevi ziyaretinde
Hozat
Dere’sinin halkın Fırat dediği Karasu’ya kavuştuğu yer hem çok sarptı hem de
zaman zaman geçilmez oluyordu. Bugün Büyük Dere Keban Barajı’na dökülürken
döküldüğü yer neredeyse belli bile olmuyor, dere ile baraj neredeyse aynı
seviyeye gelmişler.
Bizim
üzerinden geçtiğimiz beton kara yolu köprüsü Keban Barajı açılıp su tutmaya
başladıktan sonra yapılmış. Üzerinden geçtğimiz köprünün adı Singeç Köprüsü,
ama asıl Singeç Köprüsü baraj suları altında kalmış. İlk Singeç Köprüsü baraj
suları altında kalınca şimdiki kullanılmakta olan beton köprü Hozat Deresi’nin
geldiği vadinin içine doğru sıfır noktaya kadar çekilmiş, baraj havzası dışına
yapılmış.
Üzerinden
geçtiğimiz beton köprüye ulaşmak ve yola devam etmek güya çok zaman alıyormuş
gibi, şimdi de daha yol sağa sapmadan önce yolun tam karşısına, baraj sularının
üzerine beton ayaklı çirkin ve kocaman bir köprü inşaatı devam ediyor.
Gerek
kara yolu ulaşımını sağlamak gerekse devam etmekte olan Dersim Harekatı içinde
askeri erişim noktalarını yakınlaştırmak için Hozat Deresi üzerine kurulmuş
olan Singeç Köprüsü 17 Kasım 1937 tarihinde Mustafa Kemal ve yanındaki heyet
ile birlikte törenle açılmıştır.
Mustafa
Kemal’in 1932 yılında açılan ve her bakımdan devrin önünde bir anlayışla
yapılan estetik ve zerafetin buluştuğu Kömürhan Köprüsü’nün açılışına bile
gitmediğini düşünürsek, sadece ve sadece 36 metrelik bir kemer açıklığına sahip
beton bir köprünün açılışına, Pertek’e gelmesinin bir nedeni olmalıdır.
Birinci
Dersim Harekatı sona erdikten sonra 02 Ocak 1938’de İkinci Dersim Harekatı
başlar. Mustafa Kemal’in yanında savaş pilotu Sabiha Gökçen ile bölgeye gelmesi
askeri açıdan bir harekat bölgesi ziyareti amacı mı taşıyordu yoksa Birinci
Dersim Harekatı sonrasında bölgeyi ziyaret ederek halkla sohbet etmek, onlara
güven vermek miydi?
Nitekim
İkinci Dersim Harekatı süresince Mustafa Kemal esas olarak sürekli kendi
hastalığı ile uğraşmaktadır.
Köprü
açılışına gelen Sabiha GÖKÇEN de Mustafa Kemal’in askeri bir teftiş veya
inceleme için gelmediği görüşündedir.
"1937
sonlarına doğru. Pertek'te bir köprü yapılmıştı, onun açılışı dolayısıyla
Atatürk gelmişti. Yani bu mevzular görüşülmüyordu. Arazide geziler yapıyorduk
bazen Atatürk ile. Ben gösteriyordum yerleri, şurası şudur burası budur diye.”[2]
Seyit
Rıza’nın 15 Kasım tarihinde idam edilmesinin hemen ardından iki gün sonra basit
bir köprü açılışına gelen Mustafa Kemal’in gergin olduğu her halinden belli
olmaktadır. Bu gerginliğin nedeni kendi kontrolünden çıkan kararların
alınmasıyla Milli Mücadele’de ittifak yapılan Dersim Aleviliği ile bir kopuşun
başlangıcı mıydı acaba?
Biz o
vadinin iyice içlerine doğru, yolun dirsek yaptığı sıfır noktasına kaydırılan o
ruhsuz beton Singeç Köprüsü’nden geçtik.
Hemen
üç yüz metre solumuzda daha da ruhsuz dev ayaklı yeni bir köprü yapılıyordu.
SİNGEÇ NE DEMEK
Singeç
Köprüsü açılır açılmasına, ama köprüye bir isim verilmesi gerekmektedir.
Köprüler
açılır, yollar yapılır, köyler kurulur, köyler dağıtılır, hepsine yeni yeni
isimler bulunur ve konur, ama o isimlerin ne olduğu, ne anlama geldikleri çoğu
zaman bir şehir efsanesine, çoğu zaman bir safsataya dayandırılır.
Şehir
efsanesi şöyle anlatılıyor. Sözde burada bir köprü yokken, Hozat Çayı’ndan
geçmek için insanların soyunarak sudan geçmeleri gerekiyormuş ve bu nedenle
halk bu köprüye “soyungeç” köprüsü adını vermiş.
Yazın
neyse de kışın hangi insan geçebilir o suları soyunarak veya soyunmadan?
Soyundular
diyelim, yanlarındaki öte beri, çocuklar, kucakta bebekler nasıl geçer o
sulardan?
Mustafa
Kemal ve beraberindeki heyet köprü açılışına geldiklerinde köprünün adının
“soyun geç veya sungeç” olduğunu duyuyor.
Şehir
efsanesi Mustafa Kemal’e rağmen devam ediyor.
“Bu
isimleri telaffuz etmek zor, böyle demeyelim, kısaca ve daha kolay tefaffuz
için bu köprüye “Singeç” adını verelim.”
İyi
de soyun geç ile sin geç hangi ses veya hece ile birleşiyor ki, sondaki “geç”
dışında?
Yazık
ki ne anlı şanlı tarihçilerimizde, ne Dersimli araştırmacılarda Singeç ile
ilgili bir kaygı, bir soru bulunmadığı gibi, bu konuda yazılanlar da tamamen
hatalı ve yanlıştır.
Bir
kere köprünün Hozat Çayı üzerinde kurulu olduğu bile bilinmeden, hemen Murat
Suyu denir.
Oysa
araştırmacılar ve bu arada Dersimliler ve Dersimli tarihçiler kafalarını biraz
kaldırıp da haritanın kuzey tarafına, Hozat-Ovacık tarafına doğru baksalar,
orada bugünkü adı Geyik Suyu olan boşaltılmış köyün eski adının “Sin” olduğunu
ve Dersim Harekatı’nın sebepleri arasında gösterilen Sin Karakolu’nun da o
köyde bulunduğunu görebilirler.
Köprü
Hozat Deresi üzerinden geçerek yolu önce Hozat’a oradadan da Sin Köyü’ne
bağlar.
Sin-geç,
Sin Köyü’ne geçit anlamına gelir. Anadolu halkları kullandığı günlük dilde hep
tasarrufa meyilldidir, uzatmaz, kısa konuşur.
İyi
ama, “sin” ne demektir? Orta Doğu halkları arasında, coğrafyasında çokça çıkar
karşımıza.
Ta
Sümer’den gelir Sin adı bize, günümüze kadar.
Axmede
Xani’nin ölümsüz eserinin kahramanları Mem ile Zin değil midir, biz Sin,
diyelim.
Babil
ve Asur’ da Sin olarak karşımıza çıkan Ay Tanrısı Sümer’de Nanna’dır.
Hititlerde
ise karşımıza Nikkal olarak çıkar.
Bugünkü
Geyik Suyu veya eski Sin Köyü’ne gidip Ay Tarısı Sin için yapılmış olma
ihtimali bulunan bir sunak arasak nelerle karşılaşırız acaba?
Bugünkü
Harran’ da hala ayakta duran Sin Tapınağı Sin-geç Köprüsü’nün adını açıklamak
için yeterince ipucu veriyor zaten.
Singeç
Köprüsü’nden geçerek Sağman Köyü yol levhasını gördüğümüz yerden sağa ayrılan
yola sapıyoruz. Nedense köyün yokuşun hemen başında olacağını düşünüyoruz. Sert
yokuşlu ve kıvrımlı asfalt yoldan hep tırmanıyoruz. Sağımızda derin vadinin
tabanından Hozat Çayı akıyor.
Tırmanışımız
hala devam ediyor.
Yağış
başladı, hava kararmaya başlıyor. Yağışın artması ve kara çevirmesi bizi
tedirgin ediyor. Selman, lastikler kabak, diyor, fazla gitmeyiz, aksi halde
inişte zorlanırız.
NİHAYET SAĞMAN KÖYÜ
Nihayet
Sağman Köyü giriş levhasını görüyoruz.
Büyükçe
bir köy. Bulunduğumuz yerin rakımı muhtemelen 2.000 metre olmalı.
Sağman
Köyü’ne gelmemizin amacı tarihi 16. Yüzyıla dayanan Sağman Camisi ve Külliyesi
ile Sağman Kalesi’ni görmekti. Köyün içinden ağır ağır geçiyoruz.
Ortada
ne bir eski yapı, ne bir cami ve kale var. Köyün dışına çıkıyoruz.
Şaşkınlığımız büsbütün artıyor. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeyiz, Köyün çıkışından
sonra doğu tarafımız Hozat Çayı’nın oyduğu derin vadi.
Batı
ve kuzeyimiz ise Hozat’a gidiyor.
Köyden
birkaç kilometre çıkıyoruz ve uzakta tam da kuzey batımızda sanki sivri bir
yarımada üzerinde duran heybetli Sağman Camisi’ni görüyoruz.
Caminin
yanına yaklaştıkça kesme taştan yapılma cami kendini olanca güzelliği ve bir o
kadar da yalnızlığı ile ele veriyor.
Dağın
başında, Sağmanlı köylülerin bile vakit namazı için gelmedikleri bu cami ne
maksatla, ne zaman ve kim tarafından yapılmış olabilir ki?
Araçtan
inip etrafı taş duvarla çevrili cami avlusuna girmek istiyoruz. Avlu kapısına
bir kilit asmışlar. Avlu duvarından aşarak camiye gitsek bile cami kapısının da
kapalı olduğundan emin olarak, bu düşüncemizden vaz geçiyoruz.
Derken
caminin güney doğu tarafına dolanırken şaşkınlığımız asıl şimdi ortaya çıkıyor.
Sipsivri
andezit bir kaya üzerine adeta topoğrafik ve jeodezik hesaplarla yapılmış 13.
Yüzyıl bir Artuklu kalesi gözlerimizi kamaştırıyor.
Kalenin
duvarları üzerine kurulu olduğu andezit kaya ile silme aynı hizada ve aşağısı
derin bir uçurum.
Kaleye
gidip daha yakından görmek istiyoruz, ama hava kararmak üzere, bundan da vaz
geçiyoruz.
Etrafa
bakıyoruz.
Kuzey
doğuda Tunceli, biraz batısında Hozat, daha batıda Çemişkezek. Bağlı olduğu
ilçe Pertek çok aşağılarda, görünmüyor.
Karşımızda
yüce Dersim Dağları ve dağlara şemsiye olan bulutsuz Dersim göğü.
Arkamızda
Keban Baraj Havzası içinde kalan Pertek Kalesi.
Bu
kadar yüksekte, bu kadar uzakta muhteşem ve zapteldilmesi zor bir kale ve kale
ahalisinin tamamını içine alacak kadar büyük bir cami ancak beyin buyruğu ile
mümkündür.
Nitekim
bu büyüklükte yapılmış olması Sağman’ın önemini de yakın zamanlara kadar
taşımış oluyor.
Daha önceki bölümlerde de yazmış olduğumuz gibi, 1879
yılında oluşturulan ve Osmanlı döneminin sonuna kadar Mamurat’ül-Aziz Vilayeti’
ne bağlı olan Dersim Sancağı’ nın merkezi Hozat’tır. Hozat’a bağlı kazalar
Çemişgezek, Ovacık, Pertek, Sağman, Çarsancak, Kalan, Kuzican (Pülümür),
Kızılkilise (Nazmiye), Mazgirt, (1888’den sonra) Pah’tır (Kocakoç).
Bütün bunlar iyi güzel de Sağman kelimesi de bize çok fazla
şey anlatmıyor, daha doğrusu gerek konuşma gerekse yazı dilinde üzerinde oynama
yapılmış olduğu izlenimi vermektedir.
“Pertekli” kitabında Mehmet BİLGİN Evliya Çelebi’ye
dayandırdığı Sağman açıklamasını, bu adın “sağmal” dan geldiğini belirterek aktarmaktadır.[3]
Yazımızın başından beri bizimle birlikte yolculuk etmekte
olan ANTRANİK[4] ise
“sağman” kelimesinin transkriptini “Tsağman” olarak belirtmektedir ki, “ts”
birleşik harfleri Türkçede “ç” sesine karşılık gelebilmektedir ve bu durumda
sağman, çağman olarak da okunabilir.
Ancak, çağman kelimesinin hem yörede konuşulan dil
özellikleri hem de yörenin tarihi özellikleri itibarıyla yerinde olamayacağını
düşüyoruz.
Sevan NİŞANYAN ise sağman kelimesinin en doğruya yakın
olanını vermektedir.
Hakkında
çok şey bilinmeyen Sağman Camisi ve Kalesi hakkında bari adının anlamını bilmek
için hiçbir gayretimizin olmamasını neye bağlamalıyız acaba?
SAĞMAN
CAMİSİ
Pertek ilçe merkezinin kuzeyinde, Pertek’e 20 km. uzaklıkta
bulunan Sağman Köyü’ndeki camiyi, 1555’te Keyhüsrev Bey’in oğlu Salih Bey’in
yaptırdığı sanılmaktadır. Renkli taşlardan yapılmış taç kapıdan dörtgen planlı
ve kubbeli ana mekâna girilir. Sekizgen kasnağa oturan kubbenin üstü taştandır.
Minareye cami dışından çıkılmaktadır. Yanındaki altıgen planlı türbe, renkli
taşlardan kuşaklarla bezelidir. Yakın zamanda restore edilen Sağman Camii giriş
cephesindeki mermer ve somaki taştan yapılmış sütunlar bugün yerinde mevcut
değildir. Giriş kapısındaki oyma işçiliği, çok özenli ve dikkat çekicidir.
Camiye bitişik tek parça mermerden yapılmış ve üzerinde otuzdan fazla çeşme
olan bir sebil bulunmaktadır.
Sağman Köyü Camisi
Sağman Kalesi – Derun-i Hisar, bir Artuklu eseri
Artık
hava kararıyor. Başka bir zaman daha uzun süre kalmak ve uzun yürüyüşler yapmak
üzere tekrar gelmeyi düşünüyoruz.
Neyse
ki yağmur şiddetini artırmadı ve inişte zorlanmıyoruz.
Dönüşte
Singeç Köprüsü’nü tekrar geçerken Selman Pertek’teki kaplıcanın suyunun
damarının Hozat Çayı’nın akıp geldiği vadinin derinliklerinde olduğunu, başka
bir zaman oraya da yürüyeceğimizi söylüyor.
Pertek Kalesi
Keban
Baraj Gölü sağımızda kalıyor. Pertek Kalesi uzaklardan bize göz kırpıyor gibi.
Suların yükselmediği, Peri, Murat, Munzur, Hozat Çayı, Karasu ve daha nice
kaynağın, akarsuyun kardeşce, bacı kardeş gibi el ele, kolkola çağıldayarak
akışlarını görür gibi olurken, kalenin neden öyle adeta boğulmamak için çürük
bir gemi tahtasına tutunmuş halde duran çaresiz bir insana benzediğine
yanıyorum.
Oysa
daha 1939 yılında Murat Suyu üzerinde açılan ve o da Keban Baraj Gölü altında
ölüme terk edilen muhteşem PERTEK KÖPRÜSÜ bu yolculukta bizi yeniden Eğin’e
kadar götürüyor.
1939 yılında açılıp, 1974 yılında sular altında boğulan muhteşem Pertek Köprüsü
Bu
eserin mimari projesini hazırlayan Bolşevik Devrimi’nden sonra Osmanlı’ya
sığınan ve Çarlık Rusyası’nın yetiştirdiği Dr.Mühendis David PARKER Pertek
Köprüsü’nden sonra 1940 yılında açılan Şirzi Köprüsü’nün de yükleniciğini
üstlenmiştir.
Şirzi
Köprüsü Fırat üzerine kurulu Eğin ile bütünleşmiş bir köprüydü ve yazık ki o
köprü de Keban Barajı suları altında kalmaktan kurtulamadı.
Şirzı Köprüsü de boğulmak üzere. Hemen sol başında yeni yükselen ruhsuz beton köprü
Pertek’e
doğru yoldayız. Güneş batarken Elazığ tarafından hareket etmiş feribot adeta
gün batımı ile yarış ediyor.
Elazığ tarafından gelen Pertek feribotu kıyıya yanaşmak için adeta gün batımı ile yarışıyor
Gün battıktan sonra Pertek’e
varıyoruz.
Ne kadar çok iş yaptık sanki,
ne kadar çok insan ve köprü gördük.
Dersim’i yeniden ve başka bir
boyutuyla okuduk. Köprülerde insanlarla karşılaştık.
Mustafa Kemal de gelmişti,
Celal Bayar da.
Ali Çetikaya da Sabiha Gökçen
de.
Yarın uzun bir yolculuk
bekliyor bizi. Erken yatıp, erken kalkmak zorundayız.
28 Kasım, Cumartesi
DÖNÜŞ YOLUNDA
Bugün erkenden uyanıp yola
düşmek zorundayız.
Sultan Ablanın hazırladığı
kömbeler ve diğer yolluklar, Dilif Annenin bana koyduğu tereyağı ve bal, yol
boyu içeceğimiz bir termos dolusu çayımız hazır.
Şimdi yola koyulma zamanı.
Dilif Anne oğluna, Selman’a
sarılıyor uzun zamandır görmemişliğin verdiği hasretle.
Sonra abla Sultan sarılıyor
kardeşine.
Şimdi veda zamanı.
Düşüyoruz yola. Saat 08.00
Elazığ feribotuna yetişmeliyiz.
Feribota yetişiyoruz, gün
ağarmış, güneş doğmamış henüz.
Karşı kıyıya, Elazığ tarafına
vardığımızda güneş doğuyor.
Covid 19 salgını yüzünden
hafta sonu sayahat yasağı nedeniyle feribot yolcusu çok az. Yarım saatlik bir
feribot yolculuğundan sonra artık Dersim coğrafyasından uzaklaşmaya başlıyoruz.
Artık başı dumanlı mor
dağlar, göremediğimiz çengel boynuzlu dağ keçileri, gezip görmekle bitmeyecek
ziyaretler, deli akan ırmaklar, mavi gökyüzü, artık kadın çobanlar ve kaybolan
koyun, artık o uzak yol ayrımları ve derin vadiler gerilerde kalıyor.
Bir daha gelmek kim bilir
hangi zamanlara uyar, hangi salgın kaçamaklarına?
Bir daha gelmek hangi yaşlara
denk düşer, hangi, uçurumlu sevdalara?
Dersim’in suları daha kaç
köprüyle kesilir kim bilir ve kim bilir kaç ceylan iner suya ay ışığında?
Kayıp koyununu bulur mu çoban
kadın?
Çar Kapı’ ya kaç kız çocuğu
gelir 12 yaşında siyah entarili sıska ve gözleri kömür?
Kaç yıldız kayar Dersim
göğünden, kaç keklik uçar kanadı kırık?
Gabanlara çıkılmazsa inen
bulunur mu?
Kilise örenlerine kaç beyaz
at gelir yılkıdan?
Elazığ şehir merkezine
girmeden çevre yolundan Malatya yönüne devam ediyoruz.
Şehir dışından giderken yolun
solunda “Mezre” yazısı dikkatimi çekiyor.
İşte bir sır daha, Rahip
Karakin’in bizimle paylaşmak istediği.
MEZRE
Elazığ tarihini bilmezseniz,
Harput tarihini bilmezseniz, varlıklı Eğinlilerin yaşadıkları yerleri
bilmezseniz Mezre kelimesi sizde sadece “mezra” kelimesini çağrıştırır.
Ama olsun, Rahip KARAKİN bu
konuda da yardımcı olur size. Dersim yolculuğu boyunca bize yardımcı olduğu
gibi, bizi Dersim’den uğurlamaya ta Elazığ’a kadar gelmiş anlaşılan, bize
“mezre’yi” anlatıyor.
Oradan sonra bize veda
edecek.
ANTRANİK ile çoktan
vedalaştık ta Sağman’da.
Ferit DEVELİOĞLU [6] mezra, mezraa
karşılığı olarak “ Arapça isim, zer’den, ziraat olunacak, ekilecek tarla, yer”
verir.
Üniversite kampüsleri de aynı
anlama gelir Latincede, tarla.
Üniversitede bilgi ekersiniz,
düşün ekersiniz, sanat ekersiniz tarlaya. Eski adı Mezre olan Elazığ veya
Mamürel-ül Aziz’ de ise ise kent, çağdaş yaşam, temiz sokaklar, insani
ilişkiler ekersiniz, gelişirsiniz..
Rahip KARAKİN anlatıyor bize
Mezre’yi, bugünkü Elazığ’dan çok uzun yıllar öncesini.
“Vali (Harput Valisi, yazanın
notu) ise askerleriyle beraber şehirden bir saat uzaklıktaki Mezre denilen
yerde ikamet eder. Hacı İzzet Paşa Harput’u Mamuret-el Aziz olarak
adlandırmıştır ve bu isim günümüze kadar ulaşmıştır.”[7]
Bir tarafta dillere destan
Harput dururken vali beyin Mezre’de ikamet etmek istemesi doğrusu bir anlam
ifade etmelidir.
Bu anlam Rahip KARAKİN’in
anlatımından bize kadar geliyor.
“Kasabaya benzer bir yer olan
Mezre, ovafaki tüm köylerden daha büyüktür. Şehrin batı tarafında yokuş üzerine
döşenmiş bir yol vardır. Mezre’ye işte bu yoldan gidilir. Bahçelerle süslü
Mezre’nin havası sıcak, iklimi ise kötüdür. Nüfusu başka yerlerden göç
etmiştir. Büyük çoğunluğu da Eğin’den gelmedir. Küçük bir çarşısı vardır.
Mezre’de Ermeni, Katalik, Protestan, Latin ve Türk karışıktır.”[8]
Eğin ve Eğinliler bu
yolculuğumuzun en çok aranan adı oldu neredeyse, yine çıktı karşımıza.
Bütün bunlara karşın Rahip
KARAKİN’in gözünde Mezre hala istediği yerde değildir.
“Yıllardan beri hükümet
merkezi olan, resmi dairelerin bulunduğu, zengin Eğinli Ermenilerin evler
kurduğu, han dükkan açtığı Mamuret-ül Aziz diye adlandırılan Mezre hala “ben
şehirim” diyemiyor. Adı hala köy. “[9]
Rahip KARAKİN de buradan,
Mezre’den itibaren bizimle vedalaşıyor. Ayrılırken dönüp birbirimize el
sallıyoruz. Rahip KARAKİN uzaktan bağırıyor, bir daha yola çıkarsanır, sizi
Erivan’a, Eçmiyadzin’e bekliyorum, diyor.
Yoldan geçerken bizim de gördüğümüz
Mezre yön levhası Elazığ’da bir semti gösteriyordu.
Şimdi ne Harput’tan bir eser var
ne de Mezre’den. Ruhsuz ve sevimsiz, mimari zevkten yoksun kalabalık kentlere
bir örnek de Elazığ, sadece kendi en yüksek binasının ne zaman dikileceğini bekleme
hevesinde.
Elazığ geride kalıyor.
Malatya’ya doğru yol
alıyoruz.
Elazığ’dan sonra Yukarı
Fırat, Keban Baraj Havzası’ndan da uzaklaşmış oluyoruz.
KÖMÜRHAN KÖPRÜSÜ
Artık Aşağı Fırat’a doğru yol
alırken, bu sefer Keban Baraj Havzası yerine Karakaya Baraj Havzası’na
gidiyoruz.
Keban’da önü kesilen Fırat
biraz dinlenmeden sonra güneye doğru akarken, önü bu sefer Karakaya’da kesilir.
Karakaya’dan da kurtulan
Fırat daha aşağılara Adıyaman’a doğru akarken geçit vermez vadileri yarar. Kale
ilçesine yakın bir yerde Kömürhan Köprüsü zümrüt bir gerdanlık gibi Fırat’ın
boynuna takılır.
Takılır takılmasına da ortada
ne o tükülere konu Kömürhan Köprüsü vardır ne de zümrüt gerdanlık.
Her şey ne kadar kısa sürede
suların altına gömülmüştür.
Kömürhan Köprüsü de Singeç
Köprüsü’nün kaderini paylaşır ve üçüncü köprü yapılmaktadır, ilki sularda
boğulmuş, ikincisi henüz kullanılmakta, üçünsüsü ise bütün zevksizliği ve
soğukluğu ile kof bir mimari zafer adına yükselmektedir.
İlk Kömürhan Köprüsü
Aynı adla üç köprü tek bir karede harika bir photoshop ile aktarılmış Kaynak: www.skyscrapercity.co
İnsanlar bir film, biz TV
dizisi bir şarkı veya türkü olmadan ne coğrafyayı ne de o coğrafya üzerindeki
kültür varlıklarını biliyor.
Kömürhan Köprüsü de öyledir,
bir filmin müziği olarak yeniden düzenlendiğinde uzun süre farklı kişiler
tarafından seslendirilmiştir.
Oysa ilk Kömürhan Köprüsü
suların altında boğulduğunda onun yardım çığlıklarını duyan ne bir sinemacı ne
de bir ses sanatçısı vardı.
İkinci olarak yapılan
Kömürhan Köprüsü üzerinden geçiyoruz, altımızda kalan ilk köprü görünmez artık. Kale’ye doğru Karakaya Baraj
havzasını sağımıza alarak yola devam ediyoruz.
Burası da çok güzel bir yer,
diyor Selman. Ben de daha önce buralardan geçerken aynı kanıya varmış
olduğumdan, evet, diyorum, yerleşmek için çok uygun bir coğrafya.
Baraj gölü yamacına kurulu
sayısız kayısı bahçelerinindeki ağaçlar artık yapraklarını dökmüşler, gelecek
baharı bekliyorlar.
Malatya’ya erken saatlerde
varıyoruz.
Yine çevre yolunu izleyerek
şehir merkezine fazla uğramadan Akçadağ’a doğru yol alıyoruz.
Yeşilyurt’tan geçerken sesine
bülbüller konan bir yüce insanı dinlemeden edemiyoruz: Hakkı COŞKUN , dinlediğimiz
ise sıradışı bir divan, MALATYA DİVANI.
Akçadağ’a uğramayı, Levent
Vadisi’nde yürümeyi, Sultan Suyu’nda at koşturmayı Suna’nın da köyünde olduğu
başka bir kayısı mevsimine bırakıyoruz.
Levent Vadisi aklımızda
kalıyor.
Darende’ ye varırken Fırat’ ı
kuzeyden besleyen bol sulara bu kez onu batıdan besleyen Tohma Deresi dahil
oluyor.
ALVAR BÖLGESİ VE DEYİŞLERİ
Darende ile Gürün arası Tohma
Deresi ile bütünleşmiştir ve bölge Alvar olarak bilinir.
Alvar denince de yüreğim
sızlar Abuzer KARAKOÇ’un sesinden ve sazından Alvar Deyişleri’ni dinlerken.
Sofular’ a
vardım
Sofulara vardım hanı kavallar
Daha görünmüyor şu soyha Alvar
Kınaman komşular bende bir hal var
Kör ola gözlerim de zardan ayrıldım
Alvar’a vardım da Tohma Deresi
Sordum o güzele Alvar neresi
Açtı o bağrını da Alvar burası
Kırıla dizlerim de yardan ayrıldım
Gürün’e bağlı
Yuva köylülerinin web sayfasından aldığım aşağıdaki açıklama Abuzer KARAKOÇ’ u
ne kadar anlatır, bilemiyorum. Ama çok genç bir kayıptır.
Yukarıdaki
deyişin ikinci dörtlüğünde geçen iki dize coğrafyanın bütün tanımlarını alt üst
eder, insanı mekanın ve zamanın dışına çıkarır atar.
“Biz burada
çokça söylendiğini bildiğimiz bazı türkü ve deyişleri yayınlayacağız. Aşağıda
listelenen türkülerin çoğu Alacamezarlı ozanımız Abuzer Karakoç’un “Alvar” adlı
albümünden alındı. Genç yaşta yitirdiğimiz ozan bu albümde yöremizde söylenen
türkülerden çok güzel bir buket hazırlamış.”[10]
Borcumuz gittikçe artıyor.
Alvar’a gelmek zorundayız.
Abuzer KARAKOÇ’un ses aldığı, aşk aldığı, o coğrafyaya, Alaca Mezarlı Köyü’ne
mutlaka gitmek zorundayız.
Dersim’e Yolculuk’ta daha
yolun başlarında her geçtiğimiz şehre göre dinlediğimiz türküleri dönerken de
dinliyoruz aynı şekilde.
Gürün görünüyor uzaklardan,
hızlıca geçiyoruz, ama yolculuğun başında sözünü ettiğimiz Gün Pınar Gölü yön
levhası aklımızı çeliyor.
Başka bir zamana bırakıyoruz
Gün Pınar Gölü’nü de.
Gürün’den sonrası mı?
Gürün’den sonrası şair Hasan
Hüseyin KORKMAZGİL elbette. Ve onunla Sivas Lisesi’nden tanışık Bedrettin
CÖMERT.
Pınarbaşı’na doğru 1900 metrelik
Ziyaret Tepe Geçidi’ni geçerken dün geceden yağan karın kalıntısını görüyoruz
arazide.
İşte bir ziyaret daha, yolun
burasında durup, bir saat yürüyüşle tepeye çıkabiliriz.
Bunu da başka bir yolculuğa
bırakıyoruz.
Sarız güneyde kalıyorken sağımızda
1864 Çerkes Göçü ile gelen Çerkeslere tam 80 pare köyün inşa edildiği Uzun
Yayla uzanıyor.
Pınarbaşı Erciyes’in kar
sularından, kendi gözelerinden beslenerek verimli ovaların içinden geçen
Zamantı Irmağı’nı ta Yahyalı’ ya kadar akıtıyor, oradan da Seyhan Nehri ile ta
Adana’ya, Akdeniz’e.
ÇONDO – BİR EŞKİYA TÜRKÜSÜ
Herkes kendi türkülerini
söyler böyle yolculuklarda.
Dilime çok sevdiğim bir türkü
geliyor, ÇONDO, bir eşkıya türküsü, bir Avşar türküsü Pınarbaşı’na varırken. Nurettin
RENÇBER’den izin alarak mırıldanıyorum
Sabahınan ay ışığı
Işıdı beyim ışıdı
Beş adama bir demezdi
Her halde eli boşudu
Pınarbaşı’dır elimiz,
Sarız’dan geçer yolumuz.
Böyle zaman olmaz olsun
Çift gelir bizim ölümüz.
MÖ 13. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE HİTİT BARAJI
Pınarbaşı’na doğru giderken
yolun sağında, Karakuyu Köy ayrımında kahverengi bir levha görüyoruz: HİTİT
BARAJI 3 km
Hemen sağa ayrılan yola
giriyor Karakuyu Köyü’ne kadar gidiyoruz.
Biz mi göremiyoruz, yoksa
baraj görünmez bir yerde mi?
Hitit Barajı levhası bir daha
görünmez oluyor. Köy meydanında bir köylüye barajı soruyoruz. Köylü anlatıyor
mu, yoksa ne işiniz var orada, demek mi istiyor, tam anlamıyoruz.
Geri dönün, diyor köylü
giderken yolun solunda, tarlardan gidince alçakta bir yerde.
“Zaten baraç maraç değil,
önünü tutmuşlar, belli bile olmuyor.”
Köylünün söyledikleri
kendince doğru olabilir, ama biz tarif edilen yere gelince ne aracımızı park
edecek bir boşluk alan bulabiliyoruz, ne de park etmiş olsak bile o diz boyu
yeni sürülmüş çamurlu tarlaların içinden yürüyerek geçebilme cesaretini.
Ama biz biliyoruz ki
Hititlerin Hattuşa’yı terk etmesinin nedenlerinden belki de en büyüğü,
kuraklığa bağlı kıtlıktır. IV. Tuthalia önlem olarak Anadolu’nun çeşitli
yerlerine içme ve sulama amaçlı tam 11 tane baraj yaptırıyor. Bugün
Alacahöyük’teki Hitit Barajı ilk yapıldığı şekliyle ayakta dururken, diğer
Hitit Barajları ya bulunamadı ya da bulunanlar da burada olduğu gibi, görünmez
haldeler.
Gövde uzunluğuna bakılırsa
oldukça büyük bir baraj ile karşılaşıyoruz.
Karakuyu
Hitit Barajı
Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinin Karakuyu
köyü yakınlarındadır. Baraj ilk olarak 1931 yılında H. Z. Koşay and H. H. von
der Osten tarafından yapılan bir yüzey araştırması sırasında fark edilmiş ve
hakkındaki ilk yayın von der Osten tarafından 1933 yılında yapılmıştır. Daha
yeni bir kazı ve araştırma 1987-89 yılları arasında Ankara Üniversitesi'nden K.
Emre, T. Sipahi ve T. Yıldırım tarafından yapılmıştır. Rezervuarın üç yanı
toplam 440 metre uzunluğunda ve açık ucu güneye bakan U şeklindeki toprak setle
çevrilidir. Kuzey setinin en derin noktasında seti diklemesine geçen 1,4 metre
genişliğinde ve yaklaşık 8 metre uzunluğunda, geniş ve dörtgen blok taşlarla
örülmüş bir savak(?) bulunmaktadır. Taş ustalığı Hattuşa'daki imparatorluk
dönemine ait yapılarla benzerlik göstermektedir. Bu yapıyı oluşturan geniş
bloklardan biri üzerinde bulunan iki satırlık hiyeroglif yazıtta kral IV.
Tuthaliya’nın ismi geçmektedir ve yapının M.Ö. 13. yüzyılın ikinci yarısına ait
olduğunu gösterir. Yazıtın ilk satırı bir kanatlı güneş kursu altında
Tuthaliya'nın ismini ve iki yanına simetrik olarak yazılmış "Labarna,
Büyük Kral, Kahraman" unvanlarını içerir. Bunun sağ tarafında
Tuthaliya'nın babası (III.) Hattusili'nin ismi yazılıdır. İkinci satırda ise
bazı tanrı ve kutsal dağ isimleri geçmektedir. Bu satırdaki "Fırtına
Tanrısı'nın kutsal odası(?)" (TONITRUS.PURUS.L. 417.4) şeklinde
okunabileceği belirtilen ifadeden hareketle blokların oluşturduğu yapının bir
savak yerine aslında Hattusa'daki
Südburg yapısına benzer rituel amaçlı bir odanın kalıntıları olabileceği öne
sürülmüştür.
Koruma amacıyla yazıtın olduğu kısım 1930 veya 40'lı yıllarda ana bloktan
kesilerek ayrılmıştır ve günümüzde Kayseri Müzesinde sergilenmektedir. Üzerinde
tamamlanmamış bir yazıt bulunan ikinci bir blok ise halen orijinal yerinde
durmaktadır.[11]
Pınarbaşı-Karakuyu Hitit Barajı
Dönüş yolunda borcumuz
artıyor.
Bakalım daha başka nelerle
karşılaşacağız?
PINARBAŞI PATATESİ
Pınarbaşı’dan geçiyoruz,
yolun sağında solunda çuvallarla patates satan köylüler var.
Buranın da mı patatesi ünlü,
acaba, diye kendi kendimize sorarken, MEŞHUR PINARBAŞI PATATESİ yazılı bir
pankart görüyoruz.
Şu iki satır yazıyı bile
okumak bizi yeniden Pınarbaşı’na patates yemeye çekmeye yetiyor.
Pınarbaşı'nda ekimi yapılan Van Gogh, Agria,
Melody başta olmak üzere birçok patates çeşidi mevcuttur. Bu çeşitlerden
Pınarbaşı ilçemizin iklimi, su özellikleri ve topoğrafik yapısından dolayı
oldukça kaliteli ürün alınmaktadır.
Pınarbaşı alabildiğine ova,
Erciyes püskürmüş, derin vadiler dolmuş, düzlenemiş.
Erciyes bununla kalmamış,
eteklerindeki kar sularını olduğu gibi Pınarbaşı’na akıtmış, ortaya ZAMANTI
IRMAĞI çıkmış.
PAZARÖREN KÖY ENSTİTÜSÜ
Fazla gitmeden başka bir
hazine, bir kültür, bir eğitim hazinesi ile karşılaşıyoruz üzerinde PAZARÖREN
yazılı levhayı gördüğümüz yerde.
Pazarören’ de kurulmuş olan
Köy Enstitüsü toplam 21 olan enstitüden birisiydi.
Hem kuruluş yeri seçimi, hem
de kuruluşu ayrı bir roman konu olacak şekildedir Pazarören Köy Enstitüsü’nün.
Yusuf Ziya BAHADINLI, Ali
DÜNDAR, AVŞARLAR ve DADALOĞLU kitabının yazarı Ahmet Z. ÖZDEMİR ve benim Çorum
yıllarımda ilkokul öğretmenim ve Yetişirme Yurdu’ndan müdürüm Abdullah KOÇAK.
Tarihi okul binası Mualla Eyüboğlu projesidir
Şimdi bu kareler bile
hafızalardan silindi gitti. Başka bir zamana bırakıyoruz, ANADOLU’NUN EĞİTİM
MEŞALELERİ adlı köy enstitüleri konulu yolculuğumuzu.
Yöre halkının Pazarviran
olarak bildiği Pazarören’in enstitü olarak seçilmesi hiç de tesadüf olamaz.
Adında geçen Pazar kelimesi burada Anadolu’nun çok büyük pazarlarından,
panayırlarından birisinin kurulmuş olduğunu gösterir.
Faruk SÜMER Pazarören’ de
kurulan tarihi pazarın “YABANLU PAZARI” olduğunu yazar.
YABANLU PAZARI –Geçmişten
Günümüze Pazarören kitabının yazarı Pazarörenli Ziya ŞAHİN[12]
bize aşağıdaki bilgileri aktatır.
“Anadolu’da
her yıl, baharın başında kırk gün süren bir Pazar kurulur.Bu pazara “Yabanlu”
denir. Bu pazara doğu, batı, güney ve kuzeyden tacirler gelir.”
Belki de her şey İzmir’in
kurtuluşunda vilayet binasına Türk bayrağını çeken yüzbaşı Emin ÖKER’ in daha
sonraki yıllarda Pazarören’ e Nahiye Müdürü olarak gelmesiyle başlar.
Pazarören’in kaderi değişir.
Ziya ŞAHİN’den aktarmaya
devam edelim.
“Bu iş için program dahilinde
askerkerden ve uzmanlardan oluşan heyetler hazırlık yapar. Bu yüzden Fahrettin
ALTAY Paşa, yola çıkan heyetlere rehberlik etmektedir.
(…)
Fahrettin Paşaa program
dahilinde, Pınarbaşı’na oradan Kaynar nahiyesine varacaktır. Paşanın geleceğini
önceden haber akan Ethem Ruhi ÖKER Bey (Nahiye Müdürü, yazanın notu)
hazırlıkları yapar.Arkasına üç yüz atlı toplayarak kafileyi Ekerek Boğazı’nda
karşılar. Pazarören’in atlıları, muntazam bir düzen içinde kafileyi Güz
Yurdu’na getirir.
(…)
Bütün Uzun Yayla’yı gezerler
ve en ince detaylarını göz ardı etmeden not alırlar. Ve Ankara’ya dönüşlerinde
hazırladıkları raporda; Öğretmen Okulu için en uygun yerin Pazarören nahiyesi
olduğuna karar veriler.
Bakanlar Kurulu kendilerine
sunulan heyet raporunu olumlu bulur.”
Pazarören’ e girip enstitünün
harap olmuş binasını görmeye içimiz el vermiyor, başka bir zamana bırakıyoruz.
Fakat bu yolun her bakımdan,
eğitim, kültür, tarih, coğrafya bakımından ne kadar da verimli bir yol olduğunu
Kayseri’ye gelene kadar neredeyse her noktada durarak daha da iyi anlıyoruz.
Kayseri’ye varmak üzereyiz,
Erciyes’in silüeti bir görünüp bir kayboluyor.
KARATAY KERVANSARAYI
İşte bir kültürel ve mimari
abide daha çıkıyor yolumuza, Karadayı Köyü’nde.
Yolun sağında birden bire
ortaya çıkan heybetli kervansarayın Anadolu’nun ayakta kalan en büyük
kervansarayı olduğunu öğrenmek insanı heyecanlandırıyor.
Bu sefer köyün içine
giriyoruz, nasıl girmeyiz ki, yapı neredeyse kara yolu ile bir hizada, girmesek
utanırız bu muhteşem yapıdan.
Ancak diğer bazı
kervansaraylar gibi restorasyondan sonra işletilmek üzere kiraya verilen
yapının işletmecisi hem verimli olmadığından hem de Covid19 salgını nedeniyle
kervansarayın kapısına kilit vurmuş. İçeri giremiyoruz, kervansarayın etrafını
çepeçevre dolaşıyoruz.
Karatay Kervansarayı 13. Yüzyıl Selçuklu Şaheseri
Taç Kapı
Selçuklu Zinciri
Ressam Hoca Ali Rıza, Dr
Süheyl ÜNVER ekolünden olan, İstanbul’un sokak levhalarını ilk defa Latin
harfleri ile donatan Osman Nuri ERGİN’in
Karatay Kervansarayı ile ilgili olarak aktardıkları bugün bile yürek
sızlatıyor.
“Hanlar ve kervansarayların
harap oluşunu yana yakıla anlatan muharrirler çoktur. Bunlar arasında
salahiyetli bir zat olan İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Halil Ethem Bey’in
Kayseri yakınındaki Celaleddin Karatay Kervansaraı hakkındaki şu sözleri çok
dikkat çekecek bir ehemmiyet taşır. Halil Ethem Bey:
“Bu emsalsiz binanın 1322
(1906) senesi Ağustos’unda gösterdiği esef verici hale gelince dört bir
tarafına ve bahusus methalinin iki yanına kerpiçten kümes gibi bir takım
barakalar yapıştırılmış ve cephelerinde birçok kesme ve işlenmiş taşlar
sökülerek başka yerlerde kullanılmıştır. Ve binaya bitişik barakaları hanın
duvarı birçok yerlerden delinerek odalara mesken ve samanlık olarak
kullanılmakta bulunmuştur. Velhasıl hayli evkafı ve mütevelli de mevcut iken
sahipsiz denilmeyerek seza bir halde bulunduğu müşahade olunmuştur.
Anadolu’da gördüğümüz o cesim
hanlar yalnız gelip geçen yolculara mahsus olmayıp, orduların sefere
azimetlerinde karargah olarak yapılmış olduklarına da şüphe yoktur. Hem mimari
hem tarihi hem de askeri bakımlardan fevkalede ehemmiyete haiz olan bu
kervansarayların hüsnü muhafazası acaba mümkün olmayacak mı? Diye soruyor, aynı
zamanda bahsettiği kervansarayın zengin vakfı bulunduğunu bahis ile tamirini
Evkaf ve Maarif Nezaretleri’ ne yazdığı halde, konuya ehemmiyet verilmediğini
söylüyor.”[13]
Şu Erciyes ne yüce bir
doğurgan. Sadece doğu yönüne püskürdükleri bile bizim bu kısacık dönüş
yolumuzda Pınarbaşı, Sarız, Uzunyayla, Pazarören, Zamantı Irmağı tarım, kültür, eğitim, coğrafya olarak
önümüze çıkıyor.
Erciyes’ in bu kısa dönüş
yolunda bize gösterdiği son eser ise pükürdüğü bazalt taşlardan yapılmış olan
bu muhteşem kervansaray oluyor.
Kayseri şehir merkezine
girmiyoruz.
Çevre yolundan Yozgat
istikametine dönüyoruz.
Kayseri çıkışında Anadolu’nun
başka ve önemli bir kavşak noktası Himmetdede’ ye varmadan önce Kızılırmak
üzerinden geçiyoruz.
Yozgat’ a yaklaşıyoruz.
Boğazlıyan’ı geçerken Rahip
KARAKİN’ i ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’ i yeniden anıyoruz.
KARABIYIK KÖPRÜSÜ
Yozgat-Kayseri arasında
yolculuk yaparken hep görmek istediğim, fırsat bulursam hep görüp üzerinden
geçtiğim 16. Yüzyıl eseri KARABIYIK KÖPRÜSÜ’ ne varıyoruz.
Köprü Eğri Dere üzerine
kurulmuş. Çok cılız akan derenin suyu belli ki yukarıda Gelin Gülü Barajı’nda
tutuluyor.
Biz de duruyor ve DERSİM’E
YOLCULUK’ un dönüş yolunda son molamızı vererek son yol üzeri eserini yakından
görmek istiyoruz.
Durduğumuzda anlıyoruz
acıktığımzı ve susadığımızı.
Sultan Ablanın kömbeleri ve
börekleri çıkıyor hemen ortaya. Termosumuz dolu çayla.
Köprüyü karşımızda görecek
şekilde seriliyoruz yere ve uzun bir yolculuğun yormayan ve huzur dolu keyfini
çıkarıyoruz.
Selman’ın elinde laptop ile
fotoğraf karesine girmesi uzaktan onun oturmuş da köprünün resmini yapıyor
izlenimi veriyor.
Bizi bu yolculukta yalnız
bırakmayanlardan birisi de kuşkusuz Gomidas’tı.
Gomidas aşağıdaki tabloda
ağaç altında kim bilir hangi ezgiyi notaya alırken, Selman da ağaçtan biraz
uzak da olsa, sanki oturmuş da manzaranın resmini yapıyor gibiler.
Gomidas oturmuş nota yazıyor
Selman oturmuş resim yapıyor!:)
Yol bitmiyor, yolculuk
bitiyor.
Benim için bitiyor.
Hattuşa’dan çıkmıştık yola,
Hattuşa’ya geri dönüyoruz.
Selman beni Hattuşa’ da
bırakıyor ve yoluna bensiz devam ediyor.
Onun daha gidecek çok yolu
var.
Hattuşa’da bizi zamanın
durduğu eski bir huzur karşılıyor sanki 1950’li yıllardan alınan fotoğraf
karesinde.
Hattuşa-Boğazkale şimdiki ana cadde
Nerelere gittik, kimleri
gördük, coğrafyaya ne kattık, ne kazandık, bilemiyoruz.
Bunu yolculuk sonrası hayatımızda
zaman zaman ortaya serip dinleyip, görüp, okuyup anlayacağız. Acelemiz yok.
Ama 50’li yılların sonuna
doğru Hattuşa’ ya yolu düşen bir gezginin anlattıkları bizi yeniden yolun
başına döndürüyor.
“Şimdi eylül sonu, ekin
biçilmiş olduğundan yer yan çıplak. Köy, beyaz badanalanmış evleriyle yurdu
verimlendiren yeşillendiren Budaközü ırmağında, sarp,çıplak bir kayanın
eteğinde. Bir çocuk, eşek üzerinde, üzerimize doğru geliyor. O, bu haliyle,
İsa’nın doğduğu, hatta İsa’dan önceki zamanlarda yaşayabilir, o zamanlarda da
yolcunun karşısına ancak bu haliyle çıkabilirdi (resim: 17).[14]
Geri dönüş yolunda bize veda
edenler oldu, şimdi ise Selman bana veda ediyor.
Uzun ve aydınlatıcı bir
yolculuğun ilk durağı burada sona eriyor. Az biraz dinlenme, soluklanma ile
daha uzun menzilli yolculuklara çıkacağımızı biliyoruz.
SON SÖZ YERİNE
Son sözü Ethem SARISÜLÜK
Canımızın babası, o da aramızdan göçen Muzaffer SARISÜLÜK- Gallemit söylüyor.
“Bir mekana bağlanıp
yaşamanın bedeli vardır. İnsan mekana ünsiyet sağlar ve zanneder ki bütün
yaşadığı mekan onun olmuştur. Yanılır aslında, insan yaşadığı mekanın esiri
olmaya başlamıştır. Göç etmek gerekir, göç enerjizm ve dinamizm demektir.
Tarihe bakalım, göç eden millet yayılır ve güçlü olur, yenilenir. Göç edemeyen
ise yok olur. İnsan da öyledir, göç eden gelişir, tekamül eder. Göç edemeyen
ise yok olur, fakirleşir. Hareket fikrine ulaşmak lazım. Yaradılışın özünde
hareket vardır, bu öze aykırı davrananın yok olması tabii sonuçtur.”[15]
TEŞEKKÜR:
Yozgat boyunca
Nida TÜFEKÇİ ve Bayram Bilge
TOKEL’e, Ziya’nın Ağıdı türküsünü yakan Fikriye Hanım’a, Saat Kulesinin çanını
kuleye taşınyan kör hamal Musa’ya,
Akdağmadeni’in dünyanın en
güzel sahlebini içmemizi sağlayan Ayhan Usta’ya,
Karabıyık Köprüsü’ne, Kolsuz
Agop’a,
Sivas boyunca
Hafik Gölü’ne, Zara’nın
Tödürge ve Kızılçan Gölleri’ne, Divriği Demir Dağı’na, -Cürek işçi kampüsüne, Çaltı
Suyu’na, Görkemli mimarisi ile Tuğut Köyü’ne, Ulu Cami ve Şifahanesi’nin
heybetli cennet kapılarına, Doğan KUBAN’a,
Meral GÜRHAN’ a, annesine,
dayısına, dedesine ve nenesine, Aluçlu Pelit Köyü’ne,
Karabel Geçidi’ne, Köse Dağ’a
, Kızılırmak’a,
Erzincan boyunca,
Zimera Köyü’ne ve oralı
Diego’ya, Gümüşçeşme Köyü’ne- Narver, Taş Yolu’na,
Lütfü Özgünaydın’ a, Eğin’ e,
Eğin Gabanlarına, Şaban kardeşe, Güven ve eşi Ömür Hanıma, Şevket Bey
dostumuza, Dilli Vadisi ve kaya resimlerine, Bahçeli Osman’a,
Fırat’a, Kırkgöz Tepesi’ne, Kayabaşı’na,
Abçağa Köyü’ne, Ahmet Kutsi TECER’e, Bedrettin TUNCEL’e, Serdal KARAKUŞ’ a,
Eğin Türkülerine, Enver GÖKÇE’ye,
Çar Kapı Ziyareti’ne,
Paşawank – Pınarlar Köyü’ne, Murat Suyu’na, Munzur ve Peri Suyu’na, Cemal SÜREYA’
ya, Çengel Boynuzlu Dağ Keçilerine, İştar ve Xaskar’a, Bir başına Çar Kapı’ya
çıkan kız çocuğuna, Dilif Anne’ye, Sultan Abla’ya, Sağman’a, camisine ve
kalesine, Singeç Köprüsü’ne,
36-ŞAİR, EDİP, DÜRÜST TÜCCAR LEON BAHAR’I TAKDİMİMDİR
NURTEN YALÇIN ERÜS
KIRMIZI KEDİ YAYINEVİ
DİNLEMELER
1-CENNETEN
KALANLAR: 78’LERDEN ANADOLU VE LEVANTEN MÜZİKLERİ, yak. 1928-52
Orijinal olarak Mississippi / Canary Records tarafından LP olarak
yayınlandı. Eric Isaacson tarafından kapak. Ian Nagoski tarafından
derleme, ses restorasyonu ve notlar.