25 Kasım 2020, Çarşamba
ÇAR KAPI ZİYARETİ
Bugün Dersim’e Yolculuğumuzun altıncı günündeyiz, günlerden Çarşamba.
Tesadüf müdür bilinmez, bugün
gideceğimiz ziyaretin adı da Çar Kapı.
Yani ikisi de “çar” ile başlıyor.
Çarşamba için Nişanyan Etimololojik Sözlük[1] bize
önemli bilgiler veriyor.
Nasıl ki Serdal KARAKUŞ kardeşimiz
“KAPANCA SOKAK” romanını yazdığında kapan-Ermenice, ca-Türkçe ise, burada da
“Çar-çahar” Farsça “dört” demek oluyorken, İbranice Şabat’tan bozulma “şanbe”
ise Musevilerde dinlenme günü olan Cumartesi olarak bilinir.
O halde Çarşamba, dinlenme günü Şabat, yani Cumartesi gününden sonraki dördüncü gün demek olurken, bünyesine kökünü Farsça’dan, ekini ise İbranice’den almaktadır. Burada da bir güzel sentez çıkar karşımıza, Farsi-İbrani sentezi.
~ Fa çaharşanbe چهرشنبه haftanın
dördüncü günü § Fa çahar چهر dört + Fa şabba/şanbe شنبه Cumartesi
günü (~ İbr/Aram şabāt/şabbətā שׁבּת/שַׁבְּתָא dinlenme
günü, Cumartesi )
Not: Osmanlıca imlada çehar-şenbe yazımı 20. yy'a dek korunur. • Yedi günlük hafta düzeni MÖ 6. yy'dan itibaren Yahudi toplumundan, ortak Arami kültürü vasıtasıyla, çevre kültürlere yayılmıştır.
Çar
Kapı, dedik, bugün gideceğimiz ziyaret, dedik.
Nişanyan
Sözlük’ e bakmaya gerek var mı artık? Burada karşımıza çıkan Farsça “çar-çahar”
olduğunu biliyoruz. Kapı kelimesi ise Kaşgarlı Mahmut’tan bu yana gelen sözlüğe
“kapu” olarak geçen Türkçe bir kelimedir.
İşte
yine güzel bir sentez, kök Farsi, ek Türki.
Yani bugün gideceğimiz ziyaretin adı Çar Kapı- Dört Kapı olarak çıkıyor karşımıza.
Dört
Kapı kavramı ise ta çok tanrılı dinlerden, ta pagan dininden, ta Şamanizm
günlerinden günümüze koca bir inanç sistemine açılan kapıyı işaret ediyor.
…/…
Bugünkü ziyaretimizde Rahip Karakin bizimle olmayacak. Ama ANTRANİK bize kılavuzluk yapmaya devam ediyor.
Çar Kapı Ziyareti’ ne gitmek üzere ayrılırken ANTRANİK bize geçen yüzyılın başındaki Pertek’i anlatıyor.
“Şimdiki nüfusu ile Pertek, Dersimliler için bir şehir kadar önemlidir. Burada Kürtler ve Türkler çoğunluğu oluşturur. Çoklukla Harput’un köylerinden buraya göç etmiş Ermeniler ise azınlık olsalar da çarşı ve zanaatlar onların elindedir. Ermeniler olmazsa, Pertek önemini kaybedebilir; nedenine gelince, çevrede yaşayanlar,bilhassa Dersimli Kürtler, ister istemez, ihtiyaçlarını karşılamak için uzak yerlere gitmek zorunda kalırlar.” [2]
Pertek’
ten ayrılıp Selman’ın köyüne, Pınarlar Köyü[3]’ne, doğru yola çıkıyoruz.
Çok fazla gitmeden yoldan sağa ayrılıp Pınarlar Köyü arazilerine giriyoruz.
Solumuzda karakol binası, sağımız kimi sürülmüş kimi nadasa bırakılmış tarlalar, güneyimiz dağlar, mor dağlar, yüksek
dağlar, alçak dağlar, dağların ardıysa Murat Suyu.
Sürülmüş
tarlaların kara toprak rengi ile nadasa bırakılmış tarlaların saman sarısı
rengi öyle güzel bir uyum içinde ki, insanı dingin ve huzurlu bir ruh alemine
çekiyor.
Toprak ve saman renginin huzurlu uyumu
Pınarlar’
a girmeden köyün dışında Selman’ın biz buraya “Gapbel” diyoruz dediği yere
gelip aracımızı park ediyoruz.
Son bir kez daha hazırlıklarımızı gözden geçirip yürümeye başlıyoruz. Bugünkü yürüyüşümüz çok sert çıkış ve inişli olmayacak, ama güzergah çok uzun olduğu için dönüşümüz akşam saatlerine varacak gibi görünüyor.
Çar-şamba’dan başladık, Çar Kapı, dedik. Bu kadar tesadüf olur mu, dedik. İyi ama biz zaten Pazartesi gününden bu yana Çar Sancak’ ta değil miyiz zaten?
Çar
Sancak’ta – Çar-şamba günü Çar Kapı Ziyareti’ ne gitmek, vardır elbet bir
hikmeti, diyoruz, düşüyoruz yola.
Çar-şamba
ve Çar Kapı tamam da, Çar Sancak da nedir şimdi, diye soracak oluyorsunuz.
Biz sözü yine ANTRANİK’ e bırakıyoruz. ANTRANİK Çar Sancak’ ı DERSİM’İN BÖLÜMLERİ kısmında anlatmaya çalışıyor.
“Dersim iki ana bölge idari açıdan [Osmanlı’ya] tabi
olanlar, yarı tabi olanlar, özerk veya asi olanlar olmak üzere başlıca üç
bölümden oluşur.
(…)
Elimizden geldiğince sırayla anlatmaya çalışacağız.
TABİ OLANLAR
Karaçor veya Çarsancak
1.Peri
2.Pertek
3.Çemişkezek
4.Tercan”[4]
ANTRANİK’
in vermiş olduğu bu kısa bilgi bizi haklı çıkarıyor. Pazartesi gününden bu yana
Çarsancak’ tayız, yani Dört Sancak.
Bugün Mazgirt’e bağlı Akören Köyü bir zamanlar PERİ olarak bilinen ve gerçekten de adeta Peri Masalı’nın Diyarı gibi güzel Murat Suyu kenarında kurulu Çarsancak Vilayeti’ nin merkeziydi.
YANIMIZA EKMEK ALMADIK
Kaç
gündür yollardayız. Her gün yola çıkmadan önce “yollardaki aç hayvanlar için
bugün yanımıza ekmek alalım” diyoruz, ama bir türlü bunu yapamıyoruz.
Bugün
de bunu yapamadık. Selman yanımıza ekmek almadığımızı fark edince “olsun,”
diyorum.
Selman
bizim için değil, çoban köpekleri için, diyor.
Oysa
çoban köpeklerinin başlarında çobanları var, onları aç bırakmazlar.
On
beş dakikalık bir yürüyüşten sonra başlarında çobanı olan büyük bir koyun
sürüsüne rastlıyoruz.
Sürüyü
yakından takip eden kocaman bir Kangal köpeği bize yanaşıyor.
Selman neden ekmek almadığımızın pişmanlığını söylenmeye başlarken, çoban söze giriyor: “Bu köpekleri ekmek vererek kandıramazsınız, sizi düşman görürse ne verirsen ver dinlemez.”
Bu bizim için bir uyarı da olabilir tehdit de. Biz uyarı olarak kabul ediyor ve önümüze çıkacak başka sürülerden uzak geçmeye çalışmalıyız, diye düşünüyoruz.
Derken
o tek köpeğin yanına iki azman köpek daha geliyor ve çobanın haklı olduğunu
anlıyoruz. Böyle bir köpek gücüne kim ve hangi yiyecek ile karşı koyabilir?
Gelen köpekler çobandan gözlerini ayırmıyorlar, onun bir işaretini bekliyorlar, ama bir taraftan da bizi kontrol ediyorlar.
Çobanın
bizimle samimi ve içten sohbeti köpekleri de etkilemiş olmalı ki, köpekler
kıvrık ve dikleşmiş kuyruklarını sallayarak “dostumsunuz” anlamında, bizden
uzaklaşan sürüyü takibe devam ediyorlar.
Çobana
bu civarda başka davar sürülerinin olup olmadığını soruyoruz, var diyor,
uzakları, kuzey batıyı göstererek.
“Dikkatli olun,” demeyi de ihmal etmiyor.
Dikkatli
olmalıyız elbette.
Ama
en çok da bir keklik sürüsünün pırrrr diye kalkmasını görecek olsaydık dikkat
eder, çıt çıkarmazdık.
Bir
kartalın gökte süzülmesine dikkat kesilirdik.
Bir
yaban keçisinin kayalardan aşağıya düze su içmeye gelmiş olmasına dikkat ederdik.
Ama
ne bir keklik sürüsü, ne bir kartal ne de su içmeye düze inen bir yaban keçisi
sürüsü görebiliyoruz.
Selman sanki ANTRANİK’ ten aktarır gibi anlatıyor, bizim buralar ben bildim bileli hep “marabadır.” ANTRANİK doğruluyor bu sözü ta geçen yüz yılın başından.
“Çarsancak’ın 60 köyünde Ermeni ve Kürt nüfusunun tamamına yakını maraba (yarıcı) çiftçilerdir; beglerin, ağaların topraklarını sürer, biçerler. Hükümet ürünlerin beşte birini öşür olarak alır, geri kalanın yarısı da toprak sahibinin hakkı olarak gider.”[5]
Tam artık bizden uzaklaştı, derken Rahip KARAKİN sözün arasına giriyor ve birkaç ilave yapıyor.
“Çarsancak, Palu şehrinin kuzey tarafında, altı saatlik mesafede yüksekçe bir mevkiye kurulmuş olan marhasalık[6] bölgesidir. Merkezi olan Perin kasabasının önünden Meğrik[7] adlı ırmak akar.”[8]
Üç
Kangal köpekli davar sürüsünden ayrılıp batıya doğru yürümeye devam ediyoruz.
Kuzeyimizde
yani sağımızda kalan arazi bulunduğumuz yere göre hafif bir teras yapıyor ve
biz terasın öte yanında nelerin olduğunu göremiyoruz.
Hafif teras yapan araziyi batı yönünde yaklaşık beş yüz metre geçtikten sonra biraz yükselmiş oluyoruz. Yükselmiş olduğumuz yerden geriye doğru dönerek az önce bize göre hafif teras yapan araziye baktığımızda ilk gördüğümüz davar sürüsünden daha büyük bir sürünün olduğunu fark ediyoruz. Çoban haklıymış, dikkat etmeliyiz.
Sonra
bir sırt hattı bulup onu takip ederek yönümüzü güneye çeviriyoruz.
Uzaklarda
mor dağların hepsinde birer yükselti, birer zirve göze çarpıyor.
Her
bir yükseltinin, her bir zirvenin ayrı isimleri olan birer ziyaret tepesi
olduğunu düşünüyoruz. Ama bizim çıkacağımız tepe Çar Kapı Ziyaret Tepesi
olacak.
Bu durum sadece Pertek veya Pınarlar veya Çarsancak yani içinde bulunduğumuz küçük idari alan için geçerli olan bir durum değildir. Bu durum bütün Dersim coğrafyası için geçerli olan bir durumdur.
“Çünkü Dersim dağları, üzerinde yaşayan Alevi Kürt aşiretlerinin neredeyse her birine bir evliya -diğer bir ifadeyle bir “aziz”- sunacak kadar cömert davranmıştır.”[9]
Sırt hattını takip ederek güneye doğru yürüyoruz. Sağımızda çok uzaklarda Keban Baraj Gölü havzası görünüyor. İnişli çıkışlı olmayan sırtta keyifle yürüyoruz.
BİR ATLI YAYA
Hafif inişli bir boyuna varmak üzereyken karşımızdan sırtının iki tarafı da meşe odunu sarılı bir atın geldiğini fark ediyoruz. Bu at bu kadar yükü nasıl çekiyor,derken atın ardından ayağında kara lastikler, uzamış sakalıyla, sırtında eğreti duran eski ceketi, avurtları birbirine geçmiş, elinde sigara ile bir köylü çıkınca karşımıza; atın bu yükü nasıl çektiğine değil, asıl bu yükü bu zayıf ve kavruk adamın tek başına bu ata nasıl yüklemiş olduğuna şaşırıyoruz.
-Merhaba babam.
-Merhaba.
-Hayırdır, nereden böyle tek başına?
-Vallahi dağdan odun yüklemişim. Siz nereye?
-Biz de ziyarete, Çar Kapı’ya.
-İyidir, hoşdur..
-Nasıl gideceğiz, doğru yolda mıyız?
-Hee, yoldan hiç çıkmayın, zaten şu ilerdeki tepeyi
dolanınca karşınıza çıkar.
-Eyvallah, uğur ola.
Köylü
dağa oduna giden bütün köylüler gibi, geriden ne tehlike gelir, nasıl bir
hayvan çıkar karşısına, yol üzerinde kesilecek başka bir şey çıkar mı acaba,
düşüncesiyle elinde baltası ile arkadan geliyor. Bir de biz onu lafa tutunca
köylü ile atının arası hayli açılmış oldu.
Bizim
de tahmin ettiğimiz gibi, doğru yoldayız ve köylünün gösterdiği tepeye doğru
yürüyor ve tepenin eteğinden geçerken Selman aslında bu tepenin de başka bir
ziyaret olduğunu, ama adını hatırlayamadığını söylüyor.
Eteklerinden geçtiğimiz tepe hayli dik, yani tepenin başında olduğunu düşündüğümüz ziyarete belki başka bir zaman çıkarız, ama Çar Kapı öncesi bir de bu dik tepe üzerinde bulunan ziyarete çıkmak bizi hayli yorardı.
Artık
düz sayılabilecek bir sırt hattından ilerlerken Çar Kapı Ziyareti’ ni çok uzaklardan
seçebiliyoruz.
Tepesi
bir höyüğü andıran, başında ulu birkaç ağacın bulunduğu ziyaret artık bizim de
nirengi noktamızı, hedef noktamızı oluşturuyor.
Yakılıp
yıkılan meşe ormanlarından ayakta kalan tek tük ağaçların kendi hallerinde
duruşları insana hüzün veriyor.
Dersim
Göğü bu ıssız dağlarda garip ve kimsesiz meşe ağaçlarına adeta örtü oluyor.
Yürüyüşe
başlayalı üç saate yakın vakit geçti, nihayet Çar Kapı ziyaretinin olduğu tepeyi
ve tepedeki ulu ağaçları görebiliyoruz.
Ziyaret
Pertek’ e bağlı eski adı Kave Mezrası-Çerçemler olarak geçen bugünkü Kolankaya
Köyü sınırları içinde kalsa da bölgeyi Çarsancak olarak düşündüğümüzde Perin
Sancağı sınırları içinde kaldığını söyleyebiliriz.
Selman
benden en az elli metre önde yürüyor.
Ziyaret oldukça dik bir tepede ve şimdi tepenin eteğinden sert bir çıkışla sık meşelik arasından ziyarete ulaşmalıyım.
TEK KIZ GENÇ
Selman
bu arada ziyarete ulaşmış olmalı.
Ben
de ulaşmak üzereyim, kulağıma sesler geliyor. Birisi Selman’ın sesi, ama diğer
sesi tanımıyorum. Selman birisiyle konuşuyor. Bir çocukla, kız çocuğu ile
konuşuyor olmalı.
Ziyarete az daha yaklaşınca sesleri daha iyi ve açık duyabiliyorum. Selman küçük bir kız çocuğu ile konuşuyor, ama ne konuştuklarını anlayamıyorum.
Ziyarete
vardığımda karşımda Selman’ı ve onun yanında korkudan neredeyse konuşamayacak
hale gelmiş, üzerindeki incecik kara fistanı ile üşümekten titreyen, saçlarının
örgüleri dağılmış, 12 – 13 yaşlarında zayıf bir kız çocuğunu görüyorum.
Kız
çocuğuna merhaba diyorum, korkudan mıdır, sesinin cılızlığından mı, duyulur
duyulmaz “merhaba” diyor.
Tam “ne işin var bu ıssız yerde bir başına, ne yapıyorsun, aç mısın, susuz musun” diye soracak oluyorum, Selman söze giriyor.
“Kız Türkçe bilmiyor, çok az anlasa da tek bir kelime bile konuşamıyor, Kırmançi konuşuyor. Bizim köyden, Paşawank Köyü’ndenmiş, ama daha fazla konuşamıyor, çok korkmuş olmalı. Onu bu kadar korkutan şeyin ne olduğunu söylemiyor, ben de üzerinde durmadım.”
Aklım
duracak neredeyse. Bu dal gibi, açlık ve susuzluktan, gün boyu onca yolu
yürümekten gözünün feri sönmüş kız çocuğu burada bir başına ne arar? Bu saate
kadar buradaysa buraya bizden önce gelmiş olmalı. İyi ama yanında ne bir lokma
yiyecek ekmeği ne bir damla içecek suyu var.
Merak
edip bu zavallının ardına düşecek hiç mi kimsesi yok, annesi, babası?
Üstelik
vakit akşama geliyor, bizim de fazla oyalanmadan dönmemiz gerekiyor.
Selman’
a kız çocuğunu da alıp dönelim, onu köyüne bırakalım, diyorum, diye teklif edecek
oluyorum, laf ağzımda kalıyor neredeyse ve Selman “bunu ben de söyledim, ama
çocuk ısrarla burada kalmak istediğini söylüyor,” diyor.
Haydi
bakalım, yüz yıllardır çözülmemiş bir muamma gibi bir soru duruyor karşımda,
çık bakalım işin içinden.
Öyle Rahip KARAKİNLERLE, ANTRANİKLERLE, onların görüp anlattıklarıyla anlaşılacak, çözülecek bir sorun değil bu.
Kız
çocuğunun durumuna takılıp kalmışken, Çar Kapı Ziyaret yerini bize çok uzaklardan
belirgin kılan o ulu ağaçların daha yeni farkına varıyorum.
Menengiç
ağaçları bunlar.
Sadece Dersim Bölgesi’nde değil, dünyanın her yerinde bu böyledir, nerede flora açısından, bitki sosyolojisi açısından çok ender bulunan bir ağaç varsa o ağaç o bölgede, o civarda yaşayan insanlar, halklar, uluslar tarafından kutsal, anıt, ulu ağaç olarak görülür ve saygı gösterilip önünde niyaz edilir, çoğu zaman da o ağaçtan şifa beklenir, dilekler dilenir o ağaçtan.
Kız
çocuğu bizimle ilgilenmiyor. Sağda solda bir seki gibi yapılmış taş duvar
üzerine serili eski çulların bir ucundan tutup onları düzeltmeye çalışıyor.
Bizden önce gelenlerin giderken dallara asılı bıraktıkları su güğümlerine
bakıyor. Kendince ortalığı düzenlemeye çalışıyor.
Kuru
taş duvarın diplerine, taşların aralarına plastik poşetlerin içinde çay, şeker,
hatta hiç açılmamış kolisiyle çay bardağı bile konmuş.
Belli ki bu bir sır gibi duran kız çocuğu geceyi burada, ziyarette geçirmeyi düşünüyor.
Menengiç
ağaçları da bu bölge de çok fazla bir yayılım alanı göstermezler.
Yayılım
alanı olarak bu bölgede hele böyle suyu olmayan, dağlık bir alanda bu ağacın
bulunmasını botanikçiler açıklayabilir ancak.
Ama
sosyolojik olarak bölgede bulunan böyle nadir bir ağaç o bölgenin ziyaret
olması için neredeyse bir temel taş gibi duruyor karşımızda.
Başka bir Yurt Gezimizde yine çıkmıştı karşımıza menengiç ağaçları, Ankara-Nallıhan-Hıdırlar Köyü kırsalında iki anıt ağaç olarak.
-Hatırlıyor
musun Selman, bir Kaçkar çıkışı dönüşünde Baksi’ ye uğramış ve orada kırsalda
bütün heybetiyle bir başına duran ulu bir ardıç ağacını ziyaret etmiştik?
-Nasıl
hatırlamam, hatta köylüler o ulu ağaca “huy kesen” diyorlarmış.
-Evet,
demek hala unutmadın.
-O zaman sana 1914 Öncesi Ermeni Köy Hayatı çalışmasından bir bölüm okuyayım.
“Episkopos Dırtad BALYAN, Anadolu’daki manastırları konu
alan 1914 tarihli kitabında, “ KhonırgıdurVank” [Huykesen Manastır] başlığı
altında şu bilgileri verir:
İnşa tarihi bilinmiyor. Manastırın şapeli
SurpAsdvadzadzin’e[Meryem Ana] ithaf edilmiştir. Şapel ve ziyaretçilere
ayrılmış birkaç oda yıkıntı durumdaydı ama son zamanlarda bir takım küçük
onarımlarla yetimhaneye dönüştürüldü. Fakat yetimhanenin faal olup olmadığı
konusunda bilgimiz yok. Manastırın bulunduğu bölgenin havası temiz, suyu
sağlıklı, temiz ve tatlıdır. Bölgede pek çok pınar bulunur. Manastırın bayram
günü SurpAsvadzadzin’ in göğe çıkış günüdür. Şehirliler buraya hava almaya
gelir. Çadırlar kurup birkaç ay kalırlar. Manastırın on beş dönüm kadar, üç
parça arazisi var. Bölgede yaşayanlar arasında bu manastıra khıntragadar
[dilekleri yerine getiren] adını verenler vardır. Fakat böylesi bir söyleyişin
ne kadar doğru olduğu şüphelidir. Yerli halkın tamamı ve komşu halklar bu manastırı
“Huykesen (Khonırgıduri) Kilise” olarak da adlandırır ve buraya şifa bulmaya
giderler. (Balyan, 1914-5)
Anadolu’nun pek çok yerinde halen, özellikle çocukların kötü huylarından uzaklaşmaları için götürüldüğü, “huykesen” adı verilen ziyaret yerleri ve yatırlar vardır.[ç.n.][10]
Bu
kadar benzer özellikler bu ziyaret, Çar Kapı Ziyareti için de söylenebilir mi?
Elbette.
Biz
Selman ile konuşurken konuştuklarımızı anlamasa da kız çocuğunun uzaktan bizi
dinlediği fark ediyorum.
Çar Kapı Menengici Nallıhan menengici
Kim
bilir kaç binlerce kişi geldi bu ziyarete, kaç binlerce yıl? Kim bilir kimlerin
ne huyları vardı, illetleri, hastalıkları vardı çaresiz ve devasız, son çare
olarak bu ziyarete bu ulu ağaca sırlarını, dertlerini döktüler?
Kaç
kişi gecelerini bu ziyarette, bu ulu ağacın gölgesinde yaz akşamlarının
sıcaklığında serin bir havada yıldızların altında uyudu?
Aklıma
geldi birden, yoksa bu kız çocuğunun da bir derdi, bir onmayan illeti, hastalığı
mı var acaba?
Olmamalı, olmasın, daha o kadar küçük ki.
Oturup
biraz dinleniyoruz Selman’la, ama aklım o kız çocuğunda hep.
Termosumuza doldurduğumuz kahveden kız çocuğuna da veriyoruz, hiç konuşmadan, yok anlamında başına sağa sola çevirerek cevap veriyor.
Çar-şamba
derken, Çar-sancak derken, işte şimdi Çar Kapı’ dayız.
Dört
Kapı’ da.
Her şey nasıl da birbiri ile bağlantılı ve nasıl da birbirine geçmiş durumda. Kimi hangi halkı, hangi inancı nereden ve kimden ayıracaksın, nasıl ayıracaksın ve kime ve hangi coğrafyaya bağlayacaksın? O kadar zor ki demek istemiyorum, o kadar anlamsız ki.
-Selman
Eskişehirli Alevi bir çağdaş şairimiz var, bilir misin, Haydar ERGÜLEN?
-Yoh,
bilmem.
- O zaman bak neler yazmış dört kelimesinin, dört-çaharsayısının hikmeti için.
“Şaman atalarımız dört ögeden söz/ eder, dört kutlu yön, dört renk:
Doğu (Gök).
Batı (Ak),
Kuzey (Kara),
Güney (Kızıl).
Bu dört yönün her birininse birer karşılığı vardır:
§ Doğu ağaç,
§ batı demir,
§ kuzey su,
§ güney ateştir.
§
Dört yön, dört renk, dört
öge. Şamanların İslam’la tanışmasıyla Hoca
AhmedYesevi bu ‘kutlu’ dörtlüyü birer kapı olarak yorumlar ve ‘Dört Kapı‘ düşüncesini oluşturur;
1. Şeriat,
2. Tarikat,
3. Marifet,
4. Hakikat.”[11]
-Demek
o nedenle biz Kara-deniz diyoruz kuzeyde bulunan denize.
-Evet,
tamamen doğru Selman.
-Ve
o nedenle Helenlerin İyon Denizi, bizim de Ege Denizi demezden önce Ak Deniz,
dediğimiz deniz batıda olduğu için adı AK DENİZ oluyor.
-Evet Dostum, belki de senin ve atalarının taşıdığı soyadınız da oradan, batı kavramı ile bağlantılı olarak geliyor.
Bu hikmetli sayı ilkin nereden ve kiminle başlar bilemeyiz. Şamanizm konusunda yetkin bir isim Abdülkadir İNAN Hocamız da bu sayının hikmetini bize ünlü ve saygın şarkiyatçı Vasili Vasilyeviç Radlof veya bilinen adıyla Wilhelm Radloff’tan aktarır.
“W.Radloff tarafından tespit edilen Altay efsanesinde yerin
yaradılışı (yeridingpütkeni) şöyle anlatılıyor:
Evvelce ancak su vardı; yer, gök, ay ve güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile bir “kişi” vardı. Bunlar kara kaz şekline girip su üzerinde uçuyorlardı.”[12]
Dört Halife olayı, Dört Kitap, Hacı Bektaş Ocağı, Alevi erkanı, tasavvufi düşünce ve Dört Kapı ile birlikte zikredilen Kırk Makam daha çok yakın zaman sayılır bu hikmetli dört sayısına ulaşabilmek için.
-Biz yine Haydar ERGÜLEN gibi, başka bir şairimizin dizelerine kulak verelim istersen Dostum.
(…)
Hayat
Dört şeyle kaimdir, derdi babam
Su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgar.
Ona kendimi sonradan ben ekledim[13]
(…)
Şair İsmet ÖZEL’ in “ona kendimi sonradan ben ekledim” dediği aslında Radloff’un Altay efsanesinde sözünü ettiği “kişi” değilse nedir, kimdir?
Ziyaretten etrafa bakıyoruz. Kuzey doğumuz derin vadilerle yarılmış. Aşağılardan hiç durmayan bir motorlu testere sesi geliyor. Köylüler kendilerine kışlık yakacak odun hazırlığında anlaşılan, Ve anlaşılan o ki köylülerin kestiği ağaçların bulunduğu yer orman vasfında değil veya belirli nedenlerle orman vasfından çıkarılmış olmalı.
Menengiç
ağacının etrafını dolanıyorum. Kuru duvarlar, sağda solda lokmaları pişirmek
için yapılmış ocaklar. İleride ayakaltından uzakta yağmur suyunu biriktirmek için
kayadan oyulmuş sarnıç benzeri bir yapı.
Etrafta kimi yıkık, kimi ayakta, kimi çok eski bir tarihe işaret eden duvar ve temelleri görünce buranın 1914 öncesini düşünmeye başlıyoruz. Acaba burada da bir şapel mi vardı, yoksa bir Zerdüşti tapınağı mı?
Menengiç ağacının dallarına bağlanmış bezlere bakıyorum, renk renk. Acaba ağacın dallarına bağlanan bezlerin renkleri de Şair Haydar ERGÜLEN’ in yukarıda sözünü ettiği dört renkle mi alakalıdır?
Doğu (Gök).
Batı (Ak),
Kuzey (Kara),
Güney (Kızıl).
Ağacın
dallarına asılan bezlerin renklerine ve dalların yönlerine yeniden bakıyorum.
Şaşırmıyorum
ve bunun tesadüf olduğuna da inanmıyorum. Menengiç ağacının dallarının doğuya
bakan uçlarından birisine gök mavisini andıran bir eşarbın bağlandığını
görüyorum ve hemen fotoğrafını çekiyorum.
![]() |
Menengicin doğuya bakan dallarında gök mavisi eşarp |
Bizi uzaktan izlemekte olan kız çocuğuna bakınca üzerindeki fistanın kara olduğunu yeniden fark ediyorum. Vardır bunun da bir hikmeti.
“Bir dileğin gerçekleşmesi için kutsal sayılan bir ağaca
bez parçası bağlama adeti Doğu Avrupa ve Yakındoğu’da çok yaygındı; Batı’da da,
Biritanya Adaları’ndan doğuda Hindistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada
görülmekteydi.”[14]
Selman sanki önceden haber almış gibi, kızıl, güney renginde
Biz
de güneye dönüyoruz yüzümüzü ve biraz yürüyelim, diyoruz. Kız çocuğu bizimle
gelmiyor, kalıyor.
Ulu
ağaçtan uzaklaşarak hafif bir eğimle inen yamaçtan iniyoruz. Meşe ağaçlarının
arasından yüz metre kadar yürüdükten sonra karşımıza bambaşka bir ulu ağaç,
etrafı kuru taşlardan örülme adeta tapınak gibi duran bir ulu ağaç çıkıyor.
Demek bizim çok uzaklardan gördüğümüz ziyaretin nirengi noktasını belirgin kılan o yer ziyarete gelenlerin kurban adak yerleri, burası ise ibadet, tapınma, ritüel yerleri olmalı.
İşte
ziyarete adını veren dört kapı burada, bu ibadet yerinde duruyor. Ulu ağacı
çevreleyen taş duvarın dört yönünde dört açıklık var. Dört Kapı.
Biz
daha dört sayısındaki hikmeti çözmeye çalışırken ışık hızıyla geçen zaman
karşımıza Dersim Aleviliği ile Ermenilerin inanç sistemlerinin belki de ta uzak
ortak geçmişlere giden bağlantılarını çıkarıyor.
Dört sayısındaki hikmeti Dört Halife’ye dayandırmıyoruz, ama dört halifeden Ali’nin oğlu, Muhammed Peygamber’ in torunu Hüseyin’in bu topraklarda yaşayan Dersim Alevileri ve Ermeniler için nasıl bir gerçekliği temsil ettiğini ve bu gerçekliğin nasıl da iç içe geçmiş olduğunu biliyoruz.
“Kızılbaşlar arasında da Hüseyn’in kesik başı üzerine
söylenceler vardır. Bunlardan en yaygınına göre Hüseyn’in başını Ak Mürteza
Keşiş adlı bir Ermeni rahip çalmış, yerine büyük oğlunun başını koymuş. Türkler
bunu anlayınca yedi oğlunun da başını keserek her birini Hüseyn’in başı diye
göstermiş. En küçük oğlunun başını Hüseyn’in kanına buladığı için Türkleri
aldatabilmiş ve Hüseyn’in başını özel bir bölmede saklamış. Bu bölmeye giren
keşişin kızı orada Hüseyn’in başı yerine bir tabak bal görmüş, balı yiyince
Hüseyn’den gebe kalmış. Bir gün babasının yanında hapşırınca burnundan bir alev
çıkmış, alev bir oğlan çocuğuna dönüşmüş. Bu da İmam Muhammedü’l-Bakır’mış.[15]
Türkler bunu duyunca çocuğu öldürmek için Keşiş’in evine gelmişler. Keşiş’in
kızı çocuğu ateşin üzerinde bir bakır kazanda saklamış. Türkler bulamamışlar.
Çocuğun adının Bakır oluşu da konduğu kazanın bakır oluşundanmış [Hasluck,146-7;Molyneux,
64-65; White, 98][16]
Burada iç içe geçmiş ve mitoloji gibi görünen gerçeklikte Dersim Bölgesi’nin gerçekliği yansıtılmaktadır.
AK
MÜRTEZA KEŞİŞ
AK-saf
temiz, günahsız, Anahide-Azvadzadzin-Meryem-Ümmi
MÜRTEZA-seçilmiş,
beğenilmiş, makbul, Halife Ali’nin Alevilerce en yaygın olarak kullanılan bir
lakabı
KEŞİŞ-Arapça Hristiyan rahip
Tek
bir keşiş adı bile ne çok şey anlatıyor.
Keşişin
ve kızının Hüseyn’in kesik başını saklaması ile tüm dünyadaki 12 İmam İnancına
bağlı soyun sürdürülmesinde nasıl önemli bir rol oynadığını ancak bu
coğrafyada, Dersim Coğrafyası’ nda anlayabilirsiniz.
Benzer bir söylenceyi ANTRANİK aşağıdaki şekilde aktarır bize.
“Dersimliler Ermenilerin hep kendilerine dost olduklarını
söyler. Hatta anlattıklarına göre, bir Ermeni papaz İmam Hüseyin’i evinde
saklamış. Müslümanlar onu öldürmek istemişler ama papaz onu vermemiş. Hem de
kendi yedi evladının kafasını kesip tek tek İmam Hüseyin’in başı diye
göstermiş. Son evladının yüzü biraz benzermiş imama. Böylece hem İmam
Hüseyin’in sağ kalmasını hem de dini baskıdan kurtulmalarını sağlamış.
Aşağıdaki destan, onların dini şarkısı olup çok etkileyici bir makama da sahiptir ve “dede” denilen din adamları bunu ağlayarak söylerler. İşte sözlerinin tercümesi:
Bak Tanrı’nın işine
Ermeni papaz kendi
Yedi evladının kafasını kesti
Ben onlara yanarım.
(…)
İmam acısından ağladı
Gökteki melekler dövündü
Sesleri dünyayı tuttu
Kanları isyan etti.
(…)
İsa zaten ışıktı
Ali de ışık olacak
Hacı Bektaş da en yüksek mevkide
Bize kırmızı taçlar dağıtacaklar
(…)
“[17]
Burada İmam Hüseyin’in düşmanları olarak Müslümanlar zikredilirken, yukarıdaki öyküde düşman olan Türklerden söz edilir. Temel birleştirici olan ortak gerçeklik ise aynıdır.
Dört
Kapı’nın bulunduğu ibadet yerini çepeçevre dolaşıyoruz.
Güneyimizden kıvrım yaparak görünen ta Ağrı Tendürek Dağları’ndan doğup gelen, Malazgirt ve Muş ovalarından geçerek Palu önünden akan, Eğin yönünden gelen Karasu’ya karışarak büyük Fırat Nehri’ni oluşturan Murat Suyu’nu-Murat Nehrini- Ermenilerin Aradzani, kimi kaynaklarda halkın Fırat dedikleri nehri görüyoruz.
-Selman
biliyor musun, Ermeni erkek isimlerinde Murat adı çok yaygındır.
-Bilmiyorum, neden acaba?
Aslında
Ermenilerde kişi isimleri olarak coğrafi isimlerin konması çok yaygındır. Biz
de Ege ve Arda ile başlayan isimler aslında pek de yaygın değildir.
Ermeniler
çocuklarına Ararat-Daron(Muş)-Murat(Aradzani) Aras, Masis gibi vererek bir tür
yaşanmış coğrafyaya özlem giderirler.
Oğlan çocuklarına Aradzani adını koymak bu topraklarda dönem dönem sakıncalı olduğundan bu adı örtmek ve aynı anlama gelmek üzere Murat adı koymak daha yaygındır.
ANTRANİK anlatıyor geçen yüz yılın başından yine ortak bir gerçekliği.
“Dersimlilere göre çok eskiden Hızır ve Hıdır azizlerinden biri Murat’a (Aradzani) diğeri Fırat’a (Yeprad, Sev-Çur [Karasu] hükmedermiş; sonra ikisi de Abıhayat suyundan içerek ölümsüzleşmişler, yani bedenen de göğe yükselmiş, oradan Tanrı’nın emriyle karayı ve denizi yönetmeye başlamışlar. Onlar Dizgün-Baba’nın (Dujik-Baba) zirvesinden göğe yükselmişler, orada hala atlarının nal izleri vardır; kaya dört parmak derinliğinde içeri göçmüştür.” [18]
Çar Kapı’dan güneye bakış - Murat Suyu-Murat Nehri-Fırat-Aradzani
Coğrafi
olarak Fırat Nehri Erzurum Dumlu Dağı’ndan doğar ve Karasu olarak Erzincan-Kemah’tan
geçerek Eğin’e gelmeden Çaltı Suyu’ nu alır.
Kuzey
doğudan Palu önlerinden akıp gelen Murat Suyu Pertek’ e yakın bir yerde
kuzeyden gelen ve Peri Suyu ile Munzur Çayı’nın birleştiği yere yakın bir yerde
Karasu ile birleşir.
Eğin’ den güneye doğru akışını sürdürürken birçok küçük akarsuyu da alan Karasu bugün önü Keban Barajı ile boğulan yere gelmeden, kuzey doğudan ve kuzeyden gelen Murat Suyu ve Peri Suyu Munzur Suyu kavşutlarını da alarak buradan itibaren Fırat adını alır.
ANTRANİK’ten sözü Rahip KARAKİN alıyor konu Murat Suyu - Fırat olunca.
“Fırat’ın (burada Murat’ın) suyu oldukça lezzetli olduğundan Palu şehri halkının büyük çoğunluğu bu suyu içer. Fırat’ta oldukça değerli balıklar bulunur. Ermeniler ve Türkler her akşam Fırat kıyısında eğlenirler.”[19]
İçimi
bu kadar tatlı olan sudan içemeyen Hüseyn ve yanındakiler Kerbela’ da
kırıldılar.
Fırat bu nedenle de kutsaldır Dersim Aleviliği’ nde ve Aradzani olarak Dersim Ermenileri arasında.
“Bu konuşmadan birkaç gün sonra Ziyad’ın emri üzerine İmam Hüseyn’in Fırat Irmağı’ndan su almaları engellenir. Kısa bir çarpışmadan sonra bu saldırının kendisine yönelik olduğunu, bu nedenle isteyenlerin ayrılabileceklerini söylerse de kimse ayrılmak istemez. Kuvvetler arasında korkunç bir dengesizlik vardır. Suyu kesmek için Ömer b. Sa’d, 500 kişilik bir ordu ile Fırat ve İmam’ın yandaşlarının arasına yerleşir.[20]
Ağaç
dallarına bez bağlamanın belki de en yaygın olduğu coğrafya Dersim ve Anadolu
Alevilerinin yaşadıkları coğrafya olmalıdır. Hepsinin, bütün sembollerin,
işaretlerin tarihsel gerçeklikleri vardır.
Bu
gördüklerimiz bize sıradan bezler gibi gelseler de onların taşıdıkları sembolik
anlamlarının ardında sadece dilek dilenirken asılmalarının çok ötesinde
anlamlar saklıdır.
Metin
AND Kerbela’ yı anlattığı çok değerli çalışmasında Muharrem törenlerinde
yapılanları 6 öbekte toplar ve ilk yapılan işin “Elem (alem) bezeme” olduğunu
aktarır.
Elem/alem Bezeme ise kısaca şöyle anlatılır.
“1-Elem bezeme: Abbas, Kerbela’da İmam Hüseyn’in elemini (bayrak) taşıyordu. Abbas’ın kolunun kesilmesi sonucu “elem” yere düşer, Şiilerin şimdi yeniden elem bezemeleri yere düşen “elem” in tekrar kalkmasını gösterir.” [21]
Dağ
başlarında, ziyaret yerlerinde ulu ağaçların dallarına bağlanan bezler İmam
Hüseyin’ in yere düşen aleminin/ eleminin yeniden bezenmesi olarak sembolize
ediliyor.
Metin AND aynı çalışmasında devamla;
“Doğumu sezen hurilerden biri Fatıma’ya gelmiş ve Hüseyn’e dadılık etmiş, göbeğini kesmiş ve şehid olacağını simgeleyen cennetin bezlerinden birine sarmıştır.”[22]
Ulu
ağaçların dallarına bağlanan bezler İmam Hüseyn’in şehadedini simgeleyen kundak
bezini işaret ediyor olamaz mı?
Ne çok şey var çevremizde dönen, hareket eden, bize görünen, ama bizim görmediğimiz.
Selman ile sohbete devam ediyoruz Çar Kapı’ da, ama o kız çocuğunu da unuttuk bu arada. Ne yapıyordur acaba o adak yerinde? Yorgunluktan bir köşede uyuyup kalmasın sakın. Hava güneşli gibi görünse de serin. Zavallı kız çocuğu hasta olmasın.
Coğrafi olarak bize ne kadar uzak olsa da sembollerin, inançların, renklerin, ritüellerin ışık hızında bize nasıl da geldiğini, bizi nasıl da sarıp sarmaladığını, günlük hayatımıza nasıl derinlemesine girdiğini, farkında olmasak da içimizde hep kültürel bir kod gibi sakladığımız gerçeklikleri ancak böyle yerlere, Çar Kapı gibi yerlere Dersim Dağları’ na geldiğimizde anlayabiliyoruz.
-Selman
Dostum, hatırlıyor musun, Kırgızistan’ a gittiğimizde Son Köl’ e çıkarken bir
akarsu başında mola verdiğimizde orada piknik yapıp, akordeon çalıp şarkı
söyleyerek eğlenen iki ailenin fertlerinden bazıları yanımıza gelerek hiç
destursuz ve asla bir art niyet taşımadan bizim üzerimize su serpmeye
başlamışlardı?
-He
ya, ne ilginçti. Hatırlamaz olur muyum? Ama bir anlam verememiştim.
-Hepsinin bir nedeni var elbette. Ama madem söz İmam Hüseyin’den ve içemediği Fırat’ın tatlı suyundan açıldı, Metin AND’ın çalışmasında 1886 yılında İstanbul’da yapılan Muharrem törenlerindeki geçit alayını aktaralım.
“Bir başka tanık da buna benzer şeyler anlatıyor. Geçit alayı Üsküdar’da Şeyh Ali Deresi [Seyit Ahmet Deresi] denilen İran Mezarlığı’na varınca herkese su atarlar; ayrıca çay, hurma, ekmek, peynir ikram ederler.”[23]
Burada
geçit alayındakilerin üzerine su atılması, su serpilmesi içemediği Fırat
suyunun Hüseyin adına, onun canı için, onun anısına insanlara ikramıdır.
Burada serpilen su bayılanı, canı gideni ayıltmak, can vermek için yüze su serpilmesi ritüelidir.
-Demek
ki bu su serpme işi Afgan Şiileri vasıtasıyla Kırgızistan’ a kadar gelmiş
olmalı ve şimdi ise bu bir sembolik eyleme dönüşmüş.
-Olabilir.
Ama
Kırgızların bu su serpme ritüelleri Hititler’de de görülür. Libasyon kabı
denilen kaplarla toprağa şarap ve kutsal su dökülerek toprak kutsanır.
Argonatlar kazasız belasız karaya çıktıkları her yerde tanrılara şükretmek için saçı/libasyon törenleri yaparlar ve toprağa şarap serperlerdi.
-Ama
benim oraya gittiğimizde beni en çok şok eden duyduğum bir kelimeydi.
-Neydi
o kelime?
-Arkadaş,
burada, Dersim’de biz katı ayrana “kurut” diyoruz, binlerce kilometre yol
geldik ve aynı kelime, kurut kelimesi aynı söyleniş ve yazılışla, aynı anlamda
karşıma çıkınca çok şaşırmıştım.
-Çok haklısın.
Ama
ziyaretlere bazen de bez bağlamak, dilek dilemek için değil, topluca ve kurak
geçen mevsimlerde yağmur duası için çıkılır.
Burada ziyaret ve orada yatan ulu kişi bir aracıdır, gelenler yağmurun yağması için orada yatan kişiden himmet bekler.
“Hırıstiyanlık öncesi dönemden kalan ve ilkin yağmur çağırma ritüellerinde kullanılan bu bebek, sonraları bolluk ve bereketi de simgeler hale gelmiştir. Kuraklık zamanlarında, bir ağaç parçasının ya da çalı süpürgesinin üzerine bir çaput bağlayan çocuklar, bebeği şarkılar eşliğinde sokaklarda dolaştırır, evlerden bebeğin üzerine su serpilirdi.”[24]
Gün
akşama dönmek üzere, güneş ağırdan yatık konuma doğru geliyor, hava gittikçe
serinlemeye başladı.
Dönmemiz
gerekiyor.
İyi
ama bu zavallı kız çocuğu burada bir başına ne yapacak? Kurdu kuşu, vahşi
hayvanı bir yana bıraksak, ne yer, ne içer, onu da bir yana bıraksak, gece çok
üşür.
Ne
yapsak acaba? Yanımızda yedek bir giysi de almadık.
Selman
üzerindeki kırmızı polar montunu çıkarıp kıza veriyor. Kız montu almamak için
diretiyor, ama sonunda alıyor.
Biraz da su bırakıyoruz bu zavallı kızın yanına.
Kimdi bu kız?
“Ermeniler, Dersim bölgesinde, Fırat Nehri ve Murat Çayı’nın buluştuğu noktada bulunan bir kayanın üzerinde, göğüsleri çıplak, vücudunun belden aşağısı balık şeklinde olan güzel bir bakirenin oturup saçlarını ördüğüne inanırlardı ve ona “Anahid Anamız” derlerdi.”[25]
Selman bu zavallı ve biçare küçük kıza kırmızı polar montunu verirken, ben onları uzaktan izliyorum. Kızın yanına yaklaşıp onu ürkütmek, korkutmak, incitmek istemiyorum.
Çıktığımız
dik tepeden aşağıya iniyoruz.
Kuzeye
doğru yürüyoruz. Gelirken tek atlı ile karşılaştığımız yere geldiğimizde
kafamızı kaldırıp yukarı bakınca uzakta ve yüksekte bizim bütün hareketlerimizi
izleyen üç çoban köpeğini fark ediyoruz.
Hiç
hareket etmeden köpeklerin sürünün peşine takılıp gitmesini bekliyoruz bir
süre.
Köpekler
homurdana homurdana bizi gözetlemekten vaz geçip, sürünün peşine takılıp gözden
kayboluyorlar.
Biz
de aklımızda o zavallı kız çocuğu yolumuza devam ediyoruz.
Derin
yarılmış vadilerin sırt hatlarını izliyoruz. Vadi tabanına yakın yerlerde büyük
sürüler görüyoruz. Akşam olmak üzere, bu sürüleri geri ağıla çevirmeyeceklerse,
yazıda bir ağıla tıkacaklar belli ki. Sürünün birinin başında orta yaşta bir
kadın olduğu çok uzaktan da olsa belli oluyor. Kadın çoban öyle hızlı ki, koca
sürüyü dağıtmadan toparlamaya çalışıyor.
Biraz daha gidiyor, gelirken bizi o koca Kangal köpeklerinden gözden ırak tutan eğimli terasın oraya geliyor ve arazinin boz rengine uymuş bir başına duran bir koyuna rastlıyoruz.
TEK KOYUN KAYIP
Şehirde
veya kırda, dağ başında kaybolan bir insana rastlasanız, sorar eder, adını,
adresini, telefonunu öğrenir bir yakınını bulursunuz.
Kayıp
bir hayvan bulsanız boynunda tasması veya kimliği yazılı olan, arar sahibini
bulur teslim edersiniz.
Ama
belli ki sürüden ayrılmış, bir koyun bulsanız koca yazının yüzünde ne
yaparsınız?
Koyunun
sahibini nasıl bulabilirsiniz?
Zavallı koyun, Çar Kapı’ da gördüğümüz kızdan belki de daha da zavallı, bir başına duruyor yazıda. Sürü gitmiş. Bu koyun bir başına kalmış. Daha zavallı, diyorum, zira koyunun dili var dişi var, ama konuşamaz, kendini anlatamaz.
Çoban mı dikkatsizdi yoksa koyun mu çok aksiydi ve bir tutam ot daha yiyebilmek için gerilerde kaldı öyle?
Koyunu
görünce şaşırıyoruz. Derken, o arada daha genç olduğu belli olan başka bir
kadın çobanın son anda yamaçtan aşağı aşıp gözümüzden kaybolduğunu görüyoruz.
Kadına bağırıp çağırıp sesleniyoruz, ama aramız çok ırak ve sesimiz gitmiyor.
Selman hemen direktif veriyor.
-Hani senin şu dünyanın en yüksek desibelli düdüğün vardı, çıkarıp öttürsene.
Hayret gerçekten, aradan geçen neredeyse 15 yıla rağmen Selman İngiltere’de yaşayan abisi, Dostumuz Hüseyin’ in göndermiş olduğu bu düdüğü unutmamış, ben de bu düdüğü kaybetmemişim. Hep yanımda taşırım onu.
“Doğru söylüyorsun” deyip hemen düdüğe ağzıma götürüp uzun uzun öttürüyorum.
Yamaçtan
aşarak gözümüzden kaybolan kadın çoban bir süre sonra aynı yamaçtan çıkıyor ve
bize doğru gelmeye başlıyor.
Kadının hareketlerinde uzaktan da olsa bir tedirginlik seziliyor. Nasıl tedirgin olmasın ki? Bir yanda kaybolan bir koyun, mülk, öte yanda kim olduklarını bilmediği ve belki de tuzak kurmuş olan iki adam.
Kadın bize yaklaştıkça daha da seçiliyor. Başında siyah puşi, ayağında şalvarı ile zorunlu olmasa bu koca sürünün peşinden gider mi hiç?
Ben
Selman’dan uzaklaşıyorum. Selman koyunu geri çeviriyor ve kaçmaması için önünü
kesiyor.
Kadın
çoban Selman’ın yanına yaklaşıyor ve kayıp koyununu alıp geri gidiyor.
O
an o kadın çobanla uzun uzun konuşmayı ne çok isterdim. Ama buna vaktimiz yetmiyor.
Başka bir zaman geldiğimizde belki de biz de takılırız bir sürünün peşine, işte o zaman dost oluruz kadın çobanla.
Yolumuza
devam ediyoruz. Aracı park ettiğimiz yere az kaldı, yolun kalan kısmını başka
bir yerden geçerek gidiyoruz.
Yağmur
yok.
Keklik
sürüleri yok.
Kartallar
uçmuyor. Yaban keçileri sekmiyor.
Toprak
kuraklıktan yarılmış.
Ama yine de bu coğrafyaya nasıl geldiği belli olmayan sarı safran soyunu sürdürebilmek için çiçek açmış ve ürün vermiş.
ÖZDEKİ SÖĞÜTLER VE KORÇMAN
Selman yine önden gidiyor. Uzakta bir düzlükte öz olduğunu tahmin ettiğim yerde bir sıra ulu söğüt ağaçlarını görüyorum. Selman’ın yönü söğütlere doğru.
Ben de varıyorum öze, ulu söğütlerin oldu yere. İnsan mutlu oluyor bunca yaşlı ağaçların hala ayakta kaldıklarını gördükçe. Belli ki hepsi aynı zamanda dikilmiş ve her biri en az 200 yaşında olmalı.
Selman
gövdesi ortadan ikiye ayrılmış, ama hala yaşayan ulu söğüt ağacına sarılıp
önünde niyaz ediyor.
![]() |
Selman söğüde sarılıp önünde niyaz ediyor |
Gövdesi ortadan ikiye ayrılmış söğüt ağacı başka bir türeyiş destanını anlatmak istiyor sanki bize.
“Oğuz destanlarında Kıpçak boyunun menşei hakkındaki rivayette de ağaçtan türeme efsanesinin izi mevcuttur. Bu rivayete göre Oğuz Han bir seferden dönüşünde, savaşta ölen askerinin eşi ağaç kovuğunun içinde bir oğlan doğurmuştu. Oğuz Han bu çocuğu evlad edindi ve Kıpçak (yani “ağaç kovuğu”) adını verdi.”[26]
Bu ortadan ikiye yarılmış ulu söğüt ağacı sanki bir “ana ağaç” gibi duruyor.
Ulu söğütlerin bulunduğu öze geldiğimizde Selman “biz buraya korçman diyoruz,” diyor.
Al
işte bir başka bağlantı, başka bir gerçeklik daha.
Korçman, derken aklıma bizim oralarda Kırıkkale-Balışeyh-Koçu Baba Köyü’nde bulunan çevredeki Alevi ziyareti geliyor ve bizim yöre dahil civar yerler asla Koçu Baba, diyemezler, “Korçu Baba” derler.
Burada,
Pınarlar – Paşawank Köyü kırsalındaki korçman kelimesindeki “korç” koç mu
acaba? Anlatılmak istenen koç mu?
Eğer
anlatılmak istenen “koç” ise o halde KORÇ-MAN da tıpkı Balışeyh’in Koçu Baba
Köyü’ndeki anlamda KOÇU BABA olarak okunmalıdır.
Dersim nere Kırıkkale nere?
Anadolu’nun
başka bir yerinde GEYİKLİ BABA, Çorum Osmancık’ ta KOYUN BABA, KIRIKKALE
BALIŞEYH’ te KOÇU BABA olurken, TUNCELİ-PERTEK-PINARLAR Köyü’nde neden bir
başka KOÇU BABA – KORÇMAN olmasın?
Aşağıdaki
iki koç heykelinden birisi Pertek – Pınarlar, diğeri Koçpınar Köyü’ndendir.
Keban Baraj yapılıp su tutulmaya başlamadan önce sular altınca kalacak höyüklerde yapılan kurtarma kazılarından birisi olan Pulur Höyük kazısını yapan Hamit Zübeyr KOŞAY koç ve at şeklindeki Tunceli mezar taşları için şunları söyler.
“Koç heykelleri herkes için dikilmezdi, belli başlı ileri gelen kişiler ve dini önderler için dkilirdi.”[27]
Yukarıdaki iki fotoğraf da sözü edilen kitaptan alınmıştır.
Aracın olduğu yere geliyor ve Korçman’a, Çar Kapı’nın bulunduğu yöne, orada bir başına bıraktığımız zavallı küçük kıza son kez bir daha bakarak araca biniyor ve Pertek’e dönmek üzere hareket ediyoruz.
Hava iyiden kararmış.
Hareket etmeden Selman’a soruyorum:
-Sahi Dostum bu zavallı küçük kızın
adı neydi? Ben soramadım, ama sen sordun mu?
-Vallaha ben de sormadım ya, neden sormadık adını acaba?
…/…
Eve vardığımızda Selman annesine
sarılıyor.
“Nasılsın Melek?” diyor.
Şaşırıp kalıyorum. Selman’ ın
annesinin adı Dilif, Selman annesine “Melek” derken acaba “Anahid” mi demek
istedi bilinç altında?
İyi ama biz Anahid’i Çar Kapı’nın zirvesinde bir başına bırakmadık mı? Yoksa orada, Çar Kapı’da gördüğümüz mistik bir yanılsama mıydı?
Çar-Sancak Vilayeti’nde, yılın bir
Çar-şamba gününde, Çar Kapı Ziyareti tamamlanmış oluyordu, geride bir çok sırrı
ve muammayı beraberinde getirerek.
Az daha unutuyordum, bir de çar-dak vardı, ziyarette, dört direk demektir. Mistik anlamda dünya, evren, kozmos dört direğin üzerinde kurulu değil mi:
Su ve ateş ve toprak ve rüzgar
Muhbabbetle,
(Onuncu ve son
bölüm ile devam edecek)
[1] NİŞANYAN
SÖZLÜK ÇAĞDAŞ TÜRKÇENİN ETİMOLOJİSİ-SEVAN NİŞANYAN-LİBERUS YAYINLARI
[2] DERSİM
SEYAHATNAME-YERİTSYAN ANTRANİK-ÇEVİREN: PAYLİNE TOMASYAN-ARAS YAYINCILIK
[3] PINARLAR
KÖYÜ bugünkü Pertek ilçesine bağlıdır. Eski adı: PAÇAGAĞ-PAŞAGAK-P’ŞAVANK
“diken manastırı” olarak geçer.
[4] ANTRANİK
[5] ANTRANİK
[6] Ermeni
Mili Anayasası’na [Ermeni Milleti Nizamnamesi] göre marhasa bir bakıma,
Patriğin merkezi yapıdaki gücünün ve görevinin yerel düzeydeki temsilcisidir ve
tıpkı Patrik gibi o da Ermeni Anayasası hükümlerinin uygulanmasına nezaret
etmekle görevlidir. Marhasalık merkezlerinde de İstanbul’da olduğu gibi bir
Ruhani ve bir Cismani Meclis ile Cismani Meclis yönetimi altında olmak üzere
bir sandık bulunmaktadır. Ayrıca her marhasa konağında bir kalem bulunmaktadır ve
buradaki görevli marhasalık içinde kilise nüfus defterlerini toplayarak
bölgesel nüfus kayıtlarını tutmakla yükümlüdür.
PALU-HARPUT 1878
ÇARSANCAK-ÇEMİŞKEZEK-ÇAPAKÇUR-ERZİNCAN-HİZAN VE CİVARI BÖLGELER-II.
CİLT/RAPORLAR
RAHİP VAHAN BARDİZAKTSİ-RAHİP BOĞOS NATANYAN-RAHİP
KAREKİN SIRVANTSDYANTS-YAYINA HAZIRLAYAN: ARSEN YARMAN-ÇEVİRİ: SİRVART
MALHASYAN-ARSEN YARMAN-DERLEM YAYINLARI
[7] Peri
Suyu
[8] V.
BARDİZAKTSİ-B. NATANYAN-K. SIRVANTSDYANTS
[9] DERSİM -
ALEVİLİK, ERMENİLİK, KÜRTLÜK-GÜRDAL AKSOY-İLETİŞİM YAYINLARI
[10]
ANLATILARLA VE FOTOĞRAFLARLA 1914 ÖNCESİ ERMENİ KÖY HAYATI-MARY KILBOURNE
MATOSSIAN-SUSIE HOOGASIAN VILLA-ÇEVİREN: ALTUĞ YILMAZ-ARAS YAYINCILIK
[11] DÖRT
KAPI-HAYDAR ERGÜLEN- VARLIK DERGİSİ OCAK 2013-Sayı 1264
[12] TARİHTE
VE BUGÜN ŞAMANİZİM-MATERYALLER VE ARAŞTIRMALAR-ABDÜLKADİR İNAN-TÜRK TARİH
KURUMU YAYINLARI
[13]
ERBAİN-İSMET ÖZEL-TİYO YAYINCILIK
[14] M. K.
MATOSSIAN-S. H. VILLA
[15] 12
İmamdan beşincisi
[16]
RİTÜELDEN DRAMA – KERBELA-MUHARREM-TA’ZİYE-METİN AND-YAPI KREDİ YAYINLARI
[17]
ANTRANİK
[18]
ANTRANİK
[19] V.
BARDİZAKTSİ-B. NATANYAN-K. SIRVANTSDYANTS
[20] AND
[21] AND
s.70
[22] AND
s.185
[23] AND s.
60
[24] M. K.
MATOSSIAN-S. H. VILLA s. 186
[25] M. K.
MATOSSIAN-S. H. VILLA s. 186
[26] İNAN
s.65
[27] KOÇ VE AT ŞEKLİNDEKİ TUNCELİ MEZARTAŞLARI-ERTUĞRUL DANIK-TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ YAYINLARI-139